Gece boyu ağladı. Yere damlayan gözyaşları; tam dibinde, toprakla birleştiği yerde mini mini çiçekler filizlendirdi. Gün doğumuyla açtı çiçekler. Çiçekleri görünce güldü. Tüm geceyi ağlayarak geçiren o değilmiş gibi güldü. Gülünce dans eden çocuk desenleri oluştu yüzünde. Hep böyleydi, ne hissetse, ne düşünse, ne yaşasa içinde, hemen beliriverirdi sokağa bakan yüzünde. Öyle belirirdi ki o desenler, sanki dünya kurulalı beri varmış sanırdı görenler. Sanki sonsuza kadar kalacak sanırdı.
Arif Bey geldi yine. Okşadı yüzünü. Yüzü okşanınca kalp desenleri oluştu yüzünde. Arif Bey, iki damla yaş akıttı gözünden. Ahh, diye içini çekti derinden. Arif Bey’i öyle görünce sabah açan çiçeklerin üzerine bıraktı gözyaşlarını. Geçen günleri hatırladı. Ne anıları vardı, birlikte nelere şahit olmuşlardı.
O daha toprakken tanımışlardı birbirlerini. Onun bulunduğu bölgeyi taşlarla çevirmiş ve buraya yaparız evimizi, demişti Arif Bey. O zamanlar böyle sahipleniyordu insanlar boş buldukları yerleri. Önce evlerini yapıyorlar sonra belediyeden satın alıyorlardı o bölgeyi. Arif Bey’in gözlerinde umudu görmüştü ilk karşılaştıkları gün. Kocaman, masmavi, ucu bucağı yoktu umudun. Ne hoş, ne ferah, ne güzel bir duyguydu. Arif Beyler evin yapımına başlayınca can atmıştı çimento harcının içine katılmak için. Yalvaran gözlerle bakmıştı ama olmamıştı. Harcın içine katılan toprak değil kumdu, bunu bilmiyordu. Arif Bey’in gözlerindeki umudu hatırlayınca, beklemeye koyulmuştu. Sabırla bekleyecekti. Bekleyecek ve kurulan sıcacık yuvanın bir köşesinde bir şey olacaktı. Sabretmeyi iyi bilirdi. Üzerine basan ayakların ağırlığı geçerdi sabredince. Daha az acırdı canı, ah etmeyince. Bekledi. Bekledi. Ev yapıldı, Arif Bey, eşi ve üç çocuğuyla derme çatma gecekondularının içine yerleştiler.
Evin penceresinden sızan ışık, evden yükselen her ses, bacasında tüten duman, içini okşuyordu. Bu sıcaklığın bir parçası olmak istiyordu. Bir gün Arif Bey ve eşi yanından geçip gidecekken durdular. Arif Bey ona baktı. Göz göze geldiler. Umutlandı. İçinde kocaman, masmavi bir umut meydana geldi. Arif Bey, eşine döndü ve Hanım, bizim bir de bahçe duvarına ihtiyacımız var. Yarın bir gün yan arsaya birileri gelir, ev yaparsa anlaşmazlık olmasın. Biz sınırımızı belirleyelim. Hem şu yola bakan tarafı da kapatırız, daha rahat ederiz, dedi. Bunları duyunca korktu. Umudu söndü, kaygıları alevlendi birden. Ya duvarı ördükten sonra dışarıda kalırsam, diye korktu. Rengi değişti, toprak renginden sarıya döndü. Arif Bey anlamış gibi gülümseyerek baktı. Merak etme, sen bizdensin, biz de senden, der gibi baktı. Sonra eşine malzememiz bitti ama kerpiçten yaparız duvarı, dedi. İşte o zaman yeniden büyüyen umudun kollarına bıraktı kendini.
Ertesi gün Arif Bey yanına oğullarını da alıp işe koyulmuştu. Tam da onun olduğu bölgeden aldı toprakları. Samanla karıştırıp güzel bir harç yaptılar. Kalıplar oluşturup ördüler duvarı. O, sokağa bakan tarafa duvar olmuştu. Mutluydu. Duvar olmak, yuvayı dışarıdaki kötülüklerden korumak demekti çünkü. Sevdiklerini bağrına basmak, her gün onları sarıp sarmalamak demekti. İlerleyen günlerde beyaza boyamışlardı onu. İşte o gün başlamıştı hissetiklerinin yüzüne yansıması. Arif Bey’in büyük oğlu boyadan sonra şöyle bir bakıp vay be, çok güzel oldu deyince, al al benekler oluşmuştu yüzünde. Arif Bey ve oğlu farketmediler ya da fark ettiler fakat o desenler hep varmış sandılar. Ertesi gün mahallenin çocukları maç yaparken, bunu kale yapıp suratına topları çaktıkça sinirden alev desenleri çıkmıştı yüzünde. Çocuklar da o desenler hep var sandılar, kızdığını anlamadılar.
Arif Bey’in borca batıp her gece ağladığı zamanlar olmuştu, o da ağlardı Arif Beyle birlikte. Ağlayınca dibinde otlar, çiçekler biterdi. Çocuklar üstüne çıkıp yanındaki ağaçtan meyve toplarken onlarla birlikte gülerdi yaptıkları şakalara. Gülünce gül desenleri belirirdi yüzünde. İki aşık görse yoldan geçen, kalpler çıkarırdı hemen. Dedikoducu Raziye Hanım, Arif Bey’in hanımıyla kahve içmeye geldiğinde dikene dönüşürdü desenleri. Çünkü Raziye Hanımı hiç sevmezdi. Bu yüzden Raziye Hanım onu hep diken desenleriyle hatırlardı. Mahallenin kadınları otururdu bazen önüne, elişi örer, gelene gidene bakar, muhabbet ederlerdi. Bazen Arif Bey’in hanımı bahçeye toplardı komşuları, birlikte kısır yerlerdi. Bazen de Arif Bey’in eşi dostu gelir mangal yaparlardı. Böyle günlerde güneş desenleri çıkarırdı mutluluktan, şahitliğini yaptığı mutluluklardan, dostluklardan.
Nice insanların ölümüne şahit oldu. Gidenlerin gelmediğini gördü. İnsanların acı içinde kıvrandıklarını öğrendi. Kendisi yaşasa dayanamayıp parçalanacağı acılara insanların dayanarak yaşamaya devam ettiklerini gördü. Nice çocuklar büyüdü gözlerinin önünde. Hatta Arif Bey’in çocukları bile büyüdü, onların da çocuklarını gördü. Şimdi yemek yedirebilmek için kendi kızının peşinde koşan Arif Bey’in kızı Emine’nin küçükken ne kadar çok hastalandığını hatırladı. Çok üzülürdü o zamanlar. Çünkü en çok Emine’yi severdi. Emine onun sırtına yaslanır, kitap okur, hikâyeler yazar, şarkılar söylerdi. Hikâye yazdığı bir gün dönüp heyecanla seslenmişti buldumm, senin adın Duyumsar Duvar olsun, diye. Ona isim veren tek kişiydi Emine. Duyumsadıklarına göre desenlerinin değiştiğini tek fark eden de oydu. BEvlendikten sonra baba ocağına her geldiğinde şu duvara yaslanıp kitap okumayı çok özledim ya, derdi.
Dile kolay tam kırk yıl geçti böyle. Kırk yılın sonunda bir gün komşu bahçe duvarından öğrenmişti yıkılacaklarını. Yıkılıp yerlerine daha havalı, daha konforlu binalar yapılacağını. Kentsel dönüşüm mü deniyormuş, neymiş, demişti komşu duvar. O günden sonra sarardı rengi. Döktüğü gözyaşlarından otlar sardı her yanını. Mahalleli yavaş yavaş terk ederken mahalleyi, içinden bir şeyler koptu sanki. Arif Beyler giderken duyulmayan ağıtlar yaktı. Şifasından umut kesilmiş hasta gibi ölümü beklemeye başladı. Bir an önce ölmek istedi. İlk beni yıksalar, diye diledi. Un ufak, paramparça etseler, tek bir zerrem kalmasa bu yeryüzünde, diye düşündü.
Gel gör ki yıkım başlayalı iki hafta olmasına rağmen ona dokunmamışlardı. Acılar içinde kıvranarak yıkılan evlerin, duvarların, kesilen meyve ağaçlarının, bozulan bahçelerin çığlıklarını duymuş, yok olmalarını seyretmişti. Dozerler arka taraftan girip yıkmışlardı Arif Beylerin evini. Evi yıktıktan sonra kötülük kahkahaları atar gibi sesler çıkararak çekip gitmişlerdi, ona dokunmadan. Bağırmıştı beni de yıkın, diye ama duyulmamıştı sesi. İnsan olsa çeker giderdi. İnsan değil duvardı o ve çakılıp kalmıştı acının orta yerine.
Arif Bey taşındıktan sonra her gün gelip yıkılacak olan evine bakardı. İçini çeker, iki damla gözyaşı döker ve giderdi. İşte bu gün de gelmişti. Evini yıkılmış görünce daha çok üzüldü bu sefer. Rengi attı. Dizleri titredi. Eliyle duvara tutundu. Sonra evinden geriye kalan tek şeyin bu duvar olduğunu düşündü. Duvarın yüzünü okşadı. Yüzü okşanınca kalp desenleri oluştu yüzünde. Arif Bey, iki damla yaş akıttı gözünden. Ahh, diye içini çekti derinden. Arif Bey’i öyle görünce sabah açan çiçeklerin üzerine bıraktı gözyaşlarını. Geçen günleri hatırladı. Ne anıları vardı, birlikte nelere şahit olmuşlardı.
Biraz sonra dozer sesleri gelmeye başladı. Anladı artık yıkım vaktinin geldiğini. Bari Arif Bey yokken olsaydı, diye düşündü. Onun acılı bakışları önünde ölmek, daha çok üzüldüğünü görmek istemedi. Ama umut ve dilekleri, gerçekleşmeyi bırakalı uzun zaman olmuştu. En son Arif Bey’in dizleri üstüne çöktüğünü ve ağlayarak ona baktığını gördü. Sonrası yok oluş…
Kısa sürede büyük bir site kuruldu mahalleye. Evi yıkılanlara sahip oldukları arsaların büyüklüğüne göre daireler verildi. Mahallelinin kimi verilen dairelere oturdu, kimi sattı, kimi kiraya verdi. Boş kalan daireler daha önce bu mahalleden olmayan başka insanlara satıldı. Binlerce kişi sıkıştırıldı bir mahalleye. Sitenin kocaman bahçesi vardı ama bahçesinde kısır yiyen kadınlar, mangal yapan adamlar, muhabbet eden komşular yoktu. Duvarları kale yapıp futbol oynayan çocuklar da yoktu. Hatta sitenin futbol sahasında bile oynamıyordu çocuklar, ellerinde dijital oyuncaklarla girip çıkıyorlardı evlerine.
Arif Bey ve çocuklarına da birer daire düşmüştü. Onlar da verilen dairelere oturmuşlar ve yeni site hayatına kolayca adapte olmuşlardı. Onlar da diğerleri gibi önceden toprağı sadık yâr bilirken, topraktan geldiklerini ve ona döneceklerini unutmayarak toprakla haşır neşirken, birden huzurun betonda değil toprakta olduğunu bilmeyen kentlilere dönüşmüşlerdi. Arif Bey’in kızı Emine bile dairesinin balkonuna çıkıp ellerinden gelse gökyüzünü bile kapatacak olan beton yığınlarından rahatsız olmadan kahvesini yudumlayarak kitap okuyordu. Duyumsar Duvar’ı çoktan unutmuştu.
….
Emine balkonda kitap okurken uyuya kalınca gördüğü bu rüyayı dokümanlarda açtığı dosyaya yazıp kaydetti fakat rüyasını biriyle paylaşmak istiyordu. Ne değişik bir rüyaydı. Rüya, rüya değil sanki bir film, bir roman, bir hikâyeydi mübarek. Kime anlatsam, diye düşünürken yazarlık atölyesi grubunda kendince rüya yorumlayan bir kız olduğunu hatırladı. Çok konuşan bir kızdı. Biraz düşününce ismini de hatırladı kızın. Ecran. Evet, Ecran’dı ismi. Yazdığı rüyayı kopyaladı, gruba girip yapıştırdı. Etiketlemek için Ecran’ın ismini aradı ama bulamadı. Neyse, dedi. Etiketlemeden yazdı: Ecran Hanım, böyle bir rüya gördüm, yorumunuzu beklerim:) Biraz sonra şeyh annesi Melike Hanımanneabla cevapladı Emine’nin mesajını: Ecran’ı iki hafta önce kaybettik Emine Hanım, Dib olarak bir hatim okursunuz artık. Allah’tan rahmet diledikten sonra Tamam, yazdı Emine, kendi kendine ama rüya… diyerek.
E.Ecran Çeliksu