Kafası Karışık Ayçiçeği

Fatma Dursun

Yaşımı hatırlamadığım bir senenin yaz ortasıydı. Bozkırın merhametsiz çorak topraklarında güneşin derimi yaktığını hatırlıyorum. Köylü olma hayali kurduğum zamanlardı. O zamanlar yurtsuzdum. Ailem sonunda köye yerleşmeye başlamıştı. Ben ise bir gurbetten başka bir gurbete göçecektim. İstediğim hep gitmekti. Hep gittim. Yetmedi. Yetinemedim. Ne gittiğim yer de sığınabildim ne de doğduğum topraklarda. Yerleşemedim, edinemedim. Gittim sadece. Zamanında sülaleden kimse köyden çıkmamış. Dedem şehirli olma hayali ile toplamış horantayı şehre göçmüş. Dedemin şehirden göçmesiyle başlamış konar göçerlik. Çocuk gelinip gidilirdi köye. Şehrin dışında Ankara yoluna doğru köy. Çocukluğum, gömeli çok olmuştu. Aklıma hep takılırdı soracak kimse bulamadım. Yolların kenarındaki o büyük panoların hikayesi neydi? Neden oraya konmuşlardı? Kim koymuştu? Yol boyu onları okurdum. Çocukluktaki o köye giden uzun yola dair hatırladığım tek şey tozlu havadaki o panolardı. Yıllar geçti gençliğin ortasında köyde bir ev yaptı ailem. Konar göçerlik kaderdi Anadolu insanı için. Eskiler kışın köyde kışlayıp yazın yaylakta yaylarmış. Kışın şehre yazın köye döndü hikayeleri. Tabi ben ikisinde de yer edinemedim. Yetinemedim bu hayatla, yetemedim bu hayata. Memeleketi esaret sanırdım, gurbet de esirliğe dönüştü.

O yazdı ruhumun vazgeçişi. Hissedecek, dileyecek, dua edecek bir ışığı kalmamıştı. En büyük, en ulaşılmaz sandığım hayaller olmuştu. Sonra sormaya başladım bu muydu gerçekten istediğim hayat? Şimdileri anlıyorum ben hayat dilememişim, ben gitmeyi dilemişim. Ömrümün son yazıydı. Geriye kalan yılların bir mevsimi olmamıştı. Köy şehir arası gittim geldim. Gurbet yoluna gidene kadar. Ayçiçeklerimiz açmıştı. Bizimkiler biraz acemiydi tabii. Diğer tarİalardaki ayçiçeklerin hepsi bir nizam içinde aynı yöne başkaldırır, başeğerdi. Bizim ayçiçekleri şimale, garba, yere ve göğe karmaşık halde bakıyorlardı. Galiba onların da kafası karışıktı.

Çok sakin bir yaz geçti. Ömrümde o zamana kadar hiç sakin olmamıştım. Hayat huzuru bu kadar getirmemişti. Şaşkındım o sıra. Yabancı olduğum bu duygunun inkarı içindeydim. Kendime iç sıkıntılar yaratıyordum. Yeni gurbetlere atılmakla suçluyor, kalınca da ruhumu idam edeceğimi biliyordum. Zamanın durduğuna inandım. Köyde büyük olaylar olmadı o yaz. Tüm Bozkırı ağaçlandırmak için kahramanlık yapmadım. Ya da köyün sosyokültürel düzeyini geliştiren o aydın olmadım. Köydeki akranım olan kızların hepsi okumuştu. Hiç beklemediğim bir farkındalık vardı. Bu beni şaşırttığı kadar rahatlatmıştı. Aydınlatılması gereken kimse yoktu. İç dünyamla başbaşa kalabilirdim. Kaldım da. İçimdeki kahvehaneden sadece benim duyduğum sesler yükseliyordu. onun dışında içkiciler, düğüncüler ve sadece akşamları çıkan böceklerden ses geliyordu.

Köy şehrin dışına doğru olduğundan dağlar çıplaktı. Bozkırın dağlarında ağaç pek olmaz bu bilinir zaten. O yılların modası Bozkırın dağlarına bina dikmeyi çok severlerdi. Şükür onlar da yoktu. Ağaç zaten yoktu, bina olmadığına şükrederdi insanlar. Köye giden yol döne döne dağların arasında giderdi. Yol gidildikçe dağların ardından kızılırmağın dolanan dalları gözükürdü. En çok da onu görmeyi beklerdim. Köyden hep akşamları dönerdim. Gün batımı, kızılırmağın kolları, dağlar, tanrı misafirleri gölgelesin diye tek tük olan ağaçlar ve tabelalar…

Şimdileri anlıyorum. Mevzu, gidilen yer, bırakılan yer değildi. Mevzu, yoldu, yolculuktu.