Görev

Hacer Uyğur

Doğduğum andan beri bunun için yetiştirildim, kendimi bildim bileli bu anı bekledim. Kutsal görevi yerine getirmek içindi yaptığım her şey. Gideceğim yolun uzunluğu nefesimi kesmesin, kanatlarımı yormasın diye egzersizler yaptım, teknikler öğrendim. Uzun mesafede gagam yorulmasın diye hep yarı açık gagayla yaşamayı öğrendim. Görevin psikolojik yükünün altında ezilmeyeyim diye yıllar boyunca psikokuşun divanından geçtim. Görevim benim davamdı ve gagamdaki sarı lekeyle doğduğum anda görev de dava da benim kaderim olmuştu. Sarı yüzüğü taşıyacak sarı lekeli karakarga bendim.

Karakargaların kutsal kitabında; en karanlık dönemlerin yaşandığı, iyi ile kötünün birbirine karıştığı, insanların iradesinin zayıfladığı ve kuşların gökyüzünde seyrekleştiği bir dönemde ortaya çıkacak bir kurtarıcıdan bahseder. Bu kurtarıcı her şeyi ait olduğu yere koyacak ve düzenin dönmesine yardımcı olacaktır. Ancak bu kurtarıcının görevini yerine getirmesi için önce onunla aynı dönemde doğan sarı lekeli karakarga görevini yerine getirmeli ve beşinci yaş gününde yola çıkarak altın yüzüğü kurtarıcıya ulaştırmalıdır. Karakarga kurtarıcıyla karşılaştığında onun kim olduğunu bilecektir. Karakarga bu kutsal görevi yerine getirmezse kaos devam eder ve kavramlar arasındaki ayrım sonsuza dek kaybolur. Bu da bir felaket demek. Değil mi?

Yaptığım tüm hazırlıklar ve aldığım eğitimler beni bu büyük gün için hazırlamıştı. Beş yaşıma girdiğim gün büyük bir törenle yola çıktım. Her şey tamamdı. Gagamda nesillerdir saklanan altın yüzük ve kalbimde inancımla belirsizliğe doğru kanat çırptım.

İlk birkaç gün kolay geçmişti. Nereye gittiğimi bilmesem de inancım beni diri tutuyordu. Zorlandığım anlarda Karakargaların kutsal kitabından ezbere bildiğim kısımları okuyor ve kendimi topluyordum. Böyle anlarda karakargaların dualarını benimle hissediyordum. Kalbim huzurla doluyordu. Gittiğim yol berraklaşıyor ve gözlerim keskinleşiyordu. Saatler günleri günler haftaları kovaladı. Zaman geçtikçe berraklık yaşadığım anlar azalıyor, zihnimin bulanıklığı ve inancımda ufak sarsıntılar oluşmaya başlıyordu. Aldığım eğitimler beni birçok şeye hazırlamıştı ama boşluğa doğru tek başına uçmak bir süre sonra her şeyi unutturabilecek bir etkiye sahipti.

Yolculuğumun altıncı haftasında bir leylek sürüsü beni arasına aldı. Yorgunluğumu fark eden grup lideri aralarına katılmamı rica ettiğinde hiç itiraz etmeden yanlarına uçtum. Grubun uçuş şekli rüzgarın direncini azaltıyordu böylece daha rahat bir yolculuk yapabiliyordum. Bir hafta boyunca o grupla uçtum. Bu süre içinde konuşabilmek için bol bol vaktimiz vardı. Ben de onlara tüm yaşantımı, davamı ve yolculuğumu anlattım. Bazı leylekler beni tebrik ettiler, görevimin kutsallığını onaylayıp cesaretlenmem için güzel sözler sarf ettiler. Bazı leylekler -kibarca- kendimi bir yalan için yorduğumu, kim olduğunu bile bilmediğim birini bulmak için yola çıkmanın dünyadaki en saçma şey olduğunu söylediler. Birkaç leylek kararsızca sadece dinleyip temennilerini ilettiler ve önlerine baktılar. Hepsi benimle aynı fikirde olmasa da başkalarıyla konuşmak iyi gelmişti. Davama inancım zihnimde netleşmişti. Eğitimini aldığım şeyleri tekrardan hatırlamaya başladım. Evet, ben sarı lekeli karakargaydım ve kutsal bir görevim vardı. Kaosu bitirecek kurtarıcıya yüzüğü teslim edecektim. Yine de onaylamaz bakışlar atan leyleklerden uzak durdum. Onların inançsızlığıyla yüzleşerek inancıma saygısızlık etmeyecektim.

Bir haftanın sonunda yollarımızı ayırmamız gerektiğini hissettim. Onların rotasıyla benim hislerim birbirine uyuşmuyordu. Hepsiyle vedalaşıp yardımları için teşekkür ettim ve yola koyuldum. Bu ayrılıktan sonra tek başına ve gruplar halinde seyahat eden farklı kuşlarla dönem dönem yollarımız kesişti. Bazıları beni büyülenerek dinliyor ve maceramın sonunu merak ediyor, bazılarıysa bana acıyan bakışlar atıyordu ama bence en kötüsü kurtarıcıyı ve kaosun kötülüğünü sorgulamalarıydı. “Ya kurtarıcı dediğiniz kişi aslında düşündüğünüz gibi biri çıkmazsa”, “ya öyle biri yoksa”, “ya kaosun bitişi düşündüğünüz gibi olmayacaksa” ve en kötüsü; “ya kaosa ihtiyacımız varsa?” Zihnimin şüpheye düşmesini istemiyordum. Ama konuştuğum her kişiyle inancımın dönüşüme uğradığını hissediyordum ve bu dönüşüm azmimi azaltıyordu.

Ve bir gün –sonunda- “o”nu hissettim. Çok yakınımdaydı. Varlığının hissi tüm şüphelerimi silmiş, kalbime güç vermişti. Karakargaların kutsal kitabındaki yüzüğü verme pasajını içimden defalarca tekrarlayarak hissime doğru uçtum. Uçtukça kanatlarım güçlendi. Uçtukça hızım arttı. Ve sonunda karşımdaydı. Karakargaların kutsal kitabındaki çizime benziyordu. Gözlerinde parlayan ışık gökyüzünden bile görünüyordu. Kurtarıcımız oradaydı. Yanına gitmeliydim. Birkaç kanat çırpışı ve…

Hayır. İçimdeki ses o kadar güçlüydü ki farkına bile varmadan durmuştum. Birkaç saniye havada öylece asılı kaldım. Ne yapacağımı, ne hissedeceğimi hatta ne düşüneceğimi bile bilmiyordum. Yüzük ağzımdaydı. Kurtarıcı ile yüzük arasındaki çekimi hissedebiliyordum. Kurtarıcı ile benim aramdaki bağı da hissedebiliyordum. Ama içimdeki ses beni durduruyordu. Yol boyunca konuştuğum tüm kuşlar, zihnimi bulandıran tüm düşünceler oradaydı. Kaos… Hiç üzerine düşünmediğim bir kavram olduğunu fark etmiştim. Her şey ait olduğu yerde olmalıydı. İyi ve kötü, güzel ve çirkin, ahlaklı ve ahlaksız… her şey net ve belirli olmalıydı. Kaybolan tüm anlamlar yeniden verilmeliydi. Peki, kim tarafından? Kurtarıcı mı? O kimdi? Neden onun vereceği anlama güvenmeliydik?

Gücümün tekrardan tükenmeye başladığını hissediyordum. Şüphelerim kanatlarıma ağırlık yapıyordu sanki. İnanmanın kollarına kendimi bırakmak istiyordum ama yolculuğum beni değiştirmişti. Peki, ne yapacaktım? Bunları düşünürken bir yandan da yavaş yavaş uzaklaşmaya başlayan kurtarıcının peşinden gitmeye başladım. Belki onda gördüğüm bir şey beni ikna ederdi. Yeniden düzene inanmak istiyordum. Ve beni buna ancak o inandırabilirdi.

İnanmayı bekleyerek günler boyunca kurtarıcımızı takip ettim. Sabah işe gidiyor, iş çıkışında arkadaşlarıyla buluşuyor veya eve gidiyordu. Bazı günler neresi olduğunu anlayamadığım bir mekâna girip çıkıyordu ama içeride ne yaptığını bilemiyordum. Her şeyiyle fazla sıradan birine benziyordu. Dünyayı kurtaracak kişinin o olduğuna inanmak giderek daha zor geliyordu.

Bir gün, artık umudumu kesmeye başlamışken, her şey değişti. Yine ne olduğu belli olmayan mekâna girerken kapının yavaş kapanmasına güvenerek arkasından içeriye uçuverdim. Olabildiğince ses çıkarmadan kurtarıcıyı binada takip ettiğimde duvarları yazılar ve fotoğraflarla dolu büyük bir depoya ulaştık. Duvarlardakileri görmeye çalışırsam yakalanırdım. Bu yüzden gece boyunca gözden uzak, yüksek bir yere kondum ve kurtarıcının çıkmasını bekledim. Saatlerce masa başında çalıştıktan ve duvarlara yeni yazılar ekledikten sonra yorgun adımlarla depoyu terk etti. Kalbimin atışları hızlanmıştı. Sonunda kurtarıcının nasıl biri olduğunu görecektim.

Bulduğum ilk yazıyı okumaya başladım. Önemli bir siyasetçinin işlediği suçları anlatan gazete parçaları kesilmişti. Tam altlarında da bir ölüm haberi vardı. Suikast. Kafam karışmıştı. Biraz yandaki farklı başlıklı bir yazıya uçtum. Binalarda eksik malzeme kullandığını itiraf eden bir inşaat şirketinin sahibi vardı. Birkaç farklı gazeteden benzer haberler bileştirilmişti. Altında yine aynı haber vardı. “… öldürüldü”. Duvardaki yazılar böyle gidiyordu. Kötü işler yapan birine dair haberler ve altında suikast haberi. Bir süre sonra gerçekler inkâr edilemez hale gelmişti. Kurtarıcı bir katildi. Adaleti sağlamak için öldürüyordu. Bu onun dünyaya düzen getirme şekliydi. Ama ne karşılığında?

Sarsılmıştım. Belki şüphelerim vardı ama kurtarıcının böyle biri olacağını hiç düşünmemiştim. Şimdi ne yapacaktım? Bir karar vermem gerekiyordu. Gerçekleri öğrendikten sonra bu daha da zorlaşmıştı. Belki sadece sıradan biri olsa inancım zayıflardı ama yine de yüzüğü verirdim. Bir bildiği vardır derdim. Yine mi öyle yapmalıydım. Yapamazdım. Bu hem inandığım şeyi yapmam hem de inandığım her şeye karşı gelmem demekti. Beynim uğulduyor, gözlerim kararıyordu…

Gözlerimi açtığımda yerdeydim. Karşımda kurtarıcı duruyordu. Şaşkınlıkla bana bakıyordu. Gözlerimi açtığım için rahatlamış görünüyordu. “Merhaba” dedi dostane bir tavırla. “Buraya nasıl girdin hiç anlamadım.” Başımı okşuyordu. “Parlak şeyleri seviyorsun sanırım ha? Bana bir yüzük getirmişsin.” Cümlesini bitirir bitirmez gagamdaki boşluğu hissettim. Yüzüğü düşürmüştüm. Görevimi yerine getirmiştim ama artık bu yanlış geliyordu.

Kalkmak için bir hamle yaptım. Kımıldayamıyordum. Kanatlarımda ve ayaklarımda bir halsizlik vardı. Kalkmaya çalıştığımı fark etmiş gibiydi. “Aa evet, bunun için kusura bakma” dedi. Zehirlemem gereken biri var da ilacın ne kadar sürede etki edeceğini görmem için denek bulmam gerekiyordu. Anlarsın ya, büyük değişimler için küçük fedakârlıklar gerekiyor.”