Güneş tepelerine öyle bir geliyordu ki erimemek ne mümkün. Kimisi eski püskü kıyafetini kafasına dolamıştı, böyle korunuyordu sıcaktan. Kimisi keçeleşmiş saçlarına güveniyordu. Kirden birbirine geçmiş bu yumak, artık saç değil de keçe bir çadırdan farksızdı çünkü. Yine de taş ocağı denilen bu yeryüzü cehenneminde gün yüzü görmenin mümkünatı yoktu.
Ülkenin çeşitli yerlerinden koparılıp getirilmişlerdi buraya. Esir olarak tabii ki. Bir beyin taş ocağında işi ne? Cüsselerine bakılmadan ellerine tutuşturulmuştu bir balyoz. Sırtlarından kamçı eksik olmazdı. Burada eksik olan şey mideye layık yemekler, uyunacak bir yer ve hayal kuracak bir zihindi. Önlerine günde iki kere ekmek mi ağaç kabuğu mu olduğu anlaşılmayan bir ekmek parçası atılır, içinde kurtlar yüzen bir kap çorba konulurdu. Gün batıp de etraf zifiri karanlığa erdiğinde üstü gelişigüzel kapatılmış ağılı andıran bir yerde toplanırdı esirler. Burası esirlerin üst üste yığıldığı, zemini kara toprak bir alandı. Yastık bu zavallıların hayallerinde bile yer alamayan, artık gelmesinden ümidi kesilmiş bir sevgili gibiydi. Oturdukları yerden uyku denilen bu çukura düşerler, gün ağarmadan da başlarına gelen zebellalarca uyandırılıp ocağa sürülürlerdi.
Hayal kurmak, berrak bir zihnin işidir çoğu kez. Dolayısıyla Hakk katından bir rahmettir. Şu insan denilen mahluk, mahlukluğuna bakmıyor da her şeyi kendi ürünü zannediyor. Kıs kıs gülüyor nimetler. Mahluksun be sen, diye haykırıyor da insan yine anlamıyor. Hayal kurmak, bir yuvadır çaresize. Rahmettir yani. Allah lütfeder. Dünyada çatı sadece evlerde mi olur? Çatı denilen şey, sadece yağmurdan yaştan mı korur bre gafil? Hayal kurmak bir çatıdır dünyanın saldırısına uğrayan her zavallıya. Ama gel gör ki dünya bir dâr-ı imtihan. Bazen Allah, bu çatıdan azat edebilir mahlukunu. Bu zavallılar da hem maddi hürlüklerinden hem hayal etmek, düş görmekle tahsis edilen manevi hürlüklerinden azat kılınmışlar. Hem boyunlarında ve dahi ayaklarında kalın kalın zincirler hem gönüllerinde, zihinlerinde hayali kementler taşır vücut denilen cesetleri.
Artık gelecek bir ahu gözlü değildir beklenen. Ya da bir kurtarıcı kahraman da değil. Hani şu ocağı bassa. Bre dese, diye insan müsveddeleri. İmdi sizi biçeceğim, boşa aman dilemeyesiz dese. Ve biçse. Biçse biçse biçse. Zalimleri gök ekin biçer gibi biçse. Etraf zalimin kanıyla ırmak olsa. Yok, beklenilen bu da değildir. Beklenilen Allah’ın meleklerinden bir melektir. Adı Azrail’dir. Can denen koca yükü sırtlanıp sahibine( celle celâlüh) teslim etmekle yükümlüdür. Velev ki rahat yaşa. Yine en çok beklenilen odur. Günlerin Güneş’ten parlak da olsa beklenen odur. Yağ u bal içinde yüzsen, yüzmem ne zaman sona erecek deyu beklediğin odur. Dünyada sürünenler zaten gözü kapıda onu bekler. Sefilliğin sonluluğuna güvenir. Sevinir. Ey be Allah’ım der, senin canı vermen de alman da lütuftur. Lakin canı şimdi alsan lütuf üstü lütuftur. Yalandır hep seni bekledim dememiz bir fâniye yalan. Ocaktaki sefillerin beklediği de düşlediği ne bir ahu gözlüdür ne de Kafdağı’nın arkasında bir hayal. Azrail’dir kovaladıkları bitli zihinlerinde.
Azrail’in gelmesini ne kadar arzu etseler de gelmesin deyu içten içe Tanrı Teala’ya yalvardıkları bir varlık vardır ocak ahalisinin. Karaca tüyleri tüm vücudunu sımsıkı kaplamış, kanatları cüssesinden çok çok büyük zalim bakışlı bir karga. Tuh diyeniniz yutsun o tuhu. Kuştan mı korkuyorlar diye içinizden geçireniniz utansın. Kuştur ya korkulan. Uğursuz bakışları dolandığı yeri görünmez bir alevle yakan bir acuze. Ağzında altın bir yüzük taşır. Senede bir uğrar bu ocağa. Nerede bir köle var oraya uğrar senede bir. İster bir sarayda köle ol ister böyle leş gibi bir taş ocağında. İster dayalı döşeli makamında köle ol, mutlaka senede bir uğrar bu karga kölenin olduğu yere. Ağzında bir halka. Som altından. Havada gören üç beş akılsızın avlayıp yere düşürmeye çalıştığı. Sonra da gözlerini oyup bırakan bir karga.
Kanat sesleri ocakta duyulunca elden balyozlar yana devriliverirdi. Dizler bükülür çaresizce yığılırlardı oldukları yere. İşte o vakit kırbacın şiddeti ne derece artarsa artsın umurlarında olmazdı. Lanet mahluk gelecek ve ağzındaki yüzüğü aşağı bırakıverecek. Kimin yanına yöresine kafasına düşse o köle salınacak. Yanına yâren bulması için şehirlere bırakılacak yanında bir insan azmanıyla. Yuva bulacak yani. Keh keh gülüne. Kılığı adama benzemez, nefesi çıkmaz bu insan artıklarına kim yuva olur? Cevabı baştan belli bir uğursuz sorudur bu. Kuş gelecek, ağzından o uğursuz halkayı atacak ve sonu daha beter bir köle ocağı olacak. Yılanın çıyanın koynuna girip çıktığı, aş deyu ağunun sunulduğu bir çukura. Buradaki sefilliği özletecek bir sürgüne.
Kanat çırpışları duyuldu. Önce rüzgâra yoruldu bu ses. Dediler ki rüzgârdır. Olmadığını bile bile. Teselliyi avucunda taşır bir zavallıdır şu insan. Yüzüne sürer, şifa bulur derdince. Rüzgâr olmadığı anlaşıldı. Dediler ki kaya yuvarlanıyordur, onun sesidir. Işığının çoğu alınmış gözleri yoluk kafalarının üstünden bakındı taş mı deyu. Taş olmadığı da anlaşıldı. Dediler ki yörenin beyi atlılarıyla hasılatı görmeye gelir, onların sesidir bu. Sesin çoğunu ıskalayan kulaklarını kabarttılar uzaklara. Ne bey vardı gelen ne atlılar. Gardiyanlar tıslar gibi gülüştüler. Gülüşleri yapışkan bir gürültüye dönüştü. Koyun sürülerini toplar gibi bir araya iteleye kakalaya üvendireleriyle topladılar köleleri meydana. Etraflarını kalınca telle çevrelediler. Kaçmaya yeltenen oldu. Eti parçalandı. Kafasını teller arasından sokup çıkmaya çalışanın şah damarı kesildi. Bu teller insanı can gibi saran, canı vermeyince çıkılmayan gergeflerdi. Çaresiz, zayıfça boyunlarının üstünde çevirdiler kafalarını beklemeye koyuldular.
Kara uğursuz geldi geldi geldi. Ta sefiller topluluğunun üstünde eğlendi. Kâh yaklaştı kâh uzaklaştı. Türlü manevralar yaptı. Bed sesini duyan olmadı. Ağzındaki parıltıdan sebep. O ses biliyorlardı ki mahşerin bir ufak provasını başlatır. Tam yedi tur turladı. En sonunda bed sesi duyuldu. Kalabalık yana doğru yığıldı. Baktılar ki bir kölenin kafasına sardığı çulun içinde parlar bir yüzük. Oh dediler yığıldılar. Talihsiz adam anlamadı başta. Anladığındaysa hızla aldı kafasından çulu, çaldı yere. Lakin ne çare. Bu sene seçilen bu sefil olmuştu.
Gardiyanlar teli açtılar. Köleler ocağa yollandılar. Balyozlarına bir sevgiliye sarılır gibi sarıldılar. Kimisi kuru dudağıyla öpüyordu balyozunu, kimisi en gayretli hâliyle vuruyordu taşa. Gardiyanlardan biri tuttu, yüzüğün bu seneki sahibini çekti aldı aralarından. Adam ayak diredi bir iki. Sonra çaresiz düştü önüne.
Gardiyanların başı adama eşlik edecek insan azmanını seçti. Çam yarması gibi. Belki çamın bizzat kendi. Dolaşılacak yer belliydi. Üç gün içinde bir yâren bulunacak, yüzük parmağına takılacak ve böylece azatlık başlayacak. Yoksa.
Adam atının terkisine köleyi taktı. Yorulduğu yerde konakladı. Buna üç beş ekmek fırlattı. Kendisi yağ u balı yedi ha yedi. Yolculuk bir gün bir gece sürdü. Beldeye varıldı.
Ahalinin meraklı bakışları arasında beldenin meydanında, adam atın terkisinden köleyi çözdü. Köle yere bir çul gibi yığılıverdi. Kuş yolmuş gibi seyrek başı kir içindeydi. Üstü başı parçalı. Yüzündeki, elindeki yarıklardan kanlar seyriyordu.
İnsan azmanı çevresini saranlara ünledi: “Be hey kalabalık, eğer kendini ateşe atmak isteyen, bu sefile yoldaş olmak isteyen bir genç kızınız varsa buyursun alsın. Hediyemizdir. Hâline bakmayın haa, varlıklıdır. Pek kıymetli bir yüzüğü vardır.” Kölenin üstünü başını aradı ve alaysı gülüşüyle yüzüğü ahaliye gösterdi. “Bu cengâveri evinin direği yapmak isteyen varsa buyursun. Oğlum yoktur, kendime evlat deyu alırım diyen varsa da buyursun. Yüzüğü akçeye çevirir gül gibi yaşarsınız.”
Kalabalıktan gülüşmeler söylenmeler yükseldi. Bir süre izlediler bu gösteriyi. Sonra yollarına devam ettiler. Adam, köleyi meydanda bir kazığa bağladı ve beldenin hanına gitti.
Kölenin yanına bir iki uğrayan oldu. Kokudan, bitten gerisin geri kaçtılar. Sırtını dayadığı kazıkta etrafı izledi bir süre. Sonra başı öne düştü. Uyuyakaldı.
Gün oldu geceye kavuştu. Yanına dalga geçmeye gelen gençlerden, değneklerle dürtüp kaçıveren çocuklardan, meraklı ihtiyarlardan başka uğrayan olmadı. İnsan azmanı, belli aralıklarla geliyor geberip gitmesin deyu önüne bir parça ekmek bir kırba su bırakıp gidiyordu. En başta dedik ya, adam Azrail’e susuyor, Azrail bu yöreye şimdilik uğramıyordu.
Artık üç gün tamam olmak üzereydi. Gardiyan geldi, bir gölgeye geçti. Bu son anların dolmasını bekledi. Arada bağırıyordu, “Ee yok mu bu delikanlıyı alacak olan şanslı?” Uzaktan bir karaltı seçildi. Meydana doğru yaklaşıyordu. Orada toplaşanlar, gardiyan ve adam başta önemsemediler. Ama sonra bu karaltı, gardiyana yöneldi. Bir kocakarıydı bu. Beli iki büklüm olmuş bir vav. Gardiyan oturduğu yerden kibirli baktı. Kocakarı konuşmaya başladı: ”Bu garibanı oğul deyu isterim. Tanrı Teala’ya az yalvarmadım. Aldığın oğlumu geri ver deyu. Belli ki yolladı işte. Ben bu âdemi oğul deyu isterim.” Oradan geçenlerden kocakarının bu lafına şahit olanlar, ”Delirmişsin sen,” dediler. “Bu bitliden oğul mu olur? Senin yiyecek ekmeğin mi var?” dediler. “Damının altına bir sen bir sefilliğin sığar.” dediler. “Kocan yaşasaydı dayaktan gebertirdi seni, şundan evlat mı olur diye.” dediler. Dediler de dediler. Kadının kulağına bu lafların bir teki bile erişmedi. “Çöz zincirlerini,” dedi. “Ver bana evladımı.” Gardiyan biraz canı sıkkın yerinden kalktı. İhtiyarın yanına iyice yaklaştı. Tepeden baktı. “Var mı on akçen?” dedi. “Bu sefil yüzünden yoruldum kaç gündür. Say on akçeyi al götür.” Kocakarı belini doğrultmadan, gözünü gardiyandan ayırmadan elini koynuna soktu. Bir kese çıkardı. Gardiyanın eline tam on bir akçe saydı. “Bu bir akçe de sadakam olsun.” dedi. “Çöz hadi çöz!” Gardiyan yavaş adımlarla yanaştı, adamın zincirlerini çözdü. Koca ayaklarıyla bir de tekme savurdu ona. Atına atladı ve uzaklaştı.
Adam şaşkın şaşkın olanı seyrediyordu. Kurtulmuş muydu şimdi? Kocakarı adamın yanına vardı. Haydi dedi, haydi oğul evimize gidelim. Adam zar zor ayaklandı. Kadınla usul usul yola revan oldular.
Yanlarından geçtikleri ahalinin, “bak bak bak oğula bak, hele bitlerden ordu kur saraya var, bitler padişahı ve anası” laflarının arasında ihtiyarın kulübesine vardılar. Kadın adamı divana yerleştirdi. Karnını doyurdu. Üstünü başını temizledi eli yettiğince. Gün ışığı tenine değince insanlığını anladı adam.
Kocakarı gerçekten de oğlu geri gelmiş gibi sevindi. Gerçekten de bu adamı oğlu kadar sevdi. Yaşına bakmadan, sefilliğine aldırmadan baktı yeni oğluna. Tanrı aldı sonra acıdı geri verdi dedi. Adamın yanında getirdiği yüzüğe de dokunmadı. Ne zaman adam uzatsa al akçe et diye, elinin tersiyle iteledi. Seni gözüme değen ışıktan da çok seviyorum, dedi. Malına dokunur muyum hiç?
Adam tam bir yılda kendine gelebildi. Gücü kuvveti bir yılda ancak düzeldi. Bir yıldan sonra uykularına düşler geldi. Bir yıldan sonra hayal kurmaya başladı. Bir yıldan sonra bu beldenin ilerisini merak etmeye aklı yetti. Bir yıldan sonra insansı zaaflarının yeniden yeşerdiğini hissetti.
Tarlada birlikte çalıştılar. Dağdan odunu birlikte indirdiler. Hayvanlarını birlikte otlattılar. Kocakarı ömrünün son demlerinde hür rüzgârlar gibi genç hissediyordu kendini. Adam, yüzünü bile hatırlamadığı anasının yeniden dirildiğini.
Günler günleri kovaladı. Kadın daha da yaşlandı. Adam daha da kuvvetlendi. Kadın kuvvetten düştü. Kalkamaz oldu. Adam kadına gül gibi baktıysa da günler geçtikçe bu hâlden yorulmaya başladı. Yavaştan söylenmeye. Eh be Azrail, demeye.
Palazlanan kuş önce yuvasını beğenmez. Kimin dediğini ben bilirim siz bilmezsiniz. Adam da kocakarıdan yoruldu. Ömrüm zaten taş ocağında geçti. İnsan yükü çekilir mi? dedi. Şeytan, adamın damarlarında kandan hızlı dolaştı. Bir sabah ihtiyar uykusundayken evden alabileceği ne varsa aldı. Atladı bir ata. Çıktı gitti. Kadın sabah uyandığında oğluna ünledi. Bir ünledi iki ünledi. Akşama kadar bekledi. Ve başını ecelden yana çevirdiğinde anladı ki yaş değildir insanı akıllandıran. İnsan uma uma yaşar. Uma uma ölür. Akıllanmaz bilakis. Canını teslim ettiğinde gözleri aralıktı. Ola ki oğlu gelir de kapatır deyu.
Adam methini duyduğu bir beldeye gitmeyi kafasına koymuştu. Nice dağları hanlarda konaklaya konaklaya aştı. Nice insanoğluyla söyleşti. Arada anası aklına gelir gibi oldu. Kafasını şöyle bir salladı kovdu düşünceleri başından.
Hayalindeki beldeye ulaştı. Kendine bir çatı edindi. Bir zanaatkârın yanında bir iş belledi. Bir de kız beğendi. Düğününü güze edecekti. O ilk huzurlu uykusuna yattı evinde. Düşlerden düşlere atlayarak uyudu deliksiz.
Sabah ustası kapısına vardı. “Evlat, çalışma vaktidir. Daha ne yatarsın?” diye ünledi. Baktı ki kapı kilitli değil. Şöyle bir iteledi. İtelemesiyle kapıdan kocaman kara bir karga fırladı çıktı. Ağzında bir altın yüzük. Usta korkup kenara çekildi. Derken eve girdi. Şöyle bir kolaçan etti etrafı. Sonra yatağa yöneldi. Baktı ki yatak boş. Sade birkaç tüy. Kapkara.