Görev: Bu haftaki öykünün başlığı: "Tek Kişilik Kısır Tarifi”.
Tek Kişilik Kısır Tarifi
Başarıyı mümkün ve müyesser kılmak için… Nasıl nasıl? Mümkün ve müyesser. Eski zaman cümleleri şart mıydı, neyse zihnimizde halay çeken bunca faktör varken sesimizi çıkarmayalım. Kâğıttakilere bakarken gözlerim titriyor ve her bir kelimenin son harfini okuyor. Harflerin içindeki noktalar bombastik bir patlamayla retinama ulaşıyor. Cümle hâline getiremiyorum. Sonra birkaç kelimeyi seçiyorum. İki bardak bulgur yazıyor. Dolabı açıp kavanozlara bakıyorum. Şu topak topak sarı şeyleri değil de beyazımsıyı alayım. Bulgur böyle ince uzun şeffaf olur muydu, diye düşünürken birden aklıma taş değirmenden iyice geçmeme ihtimali geliyor, bunu olağan bir şey olarak görüyorum. Bulguru da tanımayacak değiliz, neticede damarımızı kestiğimizde akan şey tam olarak o değil mi? Raftan kavanozu alıyorum, içindeki beyazlık beynimi eritiyor, kavanoz titriyor, değirmenle birlikte ekliyorum.
Olağan demişken nasıl oluyor da türlü düzlük içinde karmaşayı çekiyoruz? Eski zaman söylemlerini bir kenara bırakalım. Ne ilim irfan var ne bilim. Tamam da şimdi içinde bulunduğumuz hangi düzeni ben tam olarak bilim.? Entropinin geçerli olmadığı bir anımız geçmiyor ki sakin bir hayatı istemeye fırsat bulalım. Pencere önü kıpırdamalar camı tıkırdatıyor. Kaç güvercin görünce aklımıza Meksika geliyordu? Ellerim ellerim, bu titremeler dursa. Ve dahi her iki şık arasında kalınca yanlışı işaretlemese. Dolaba koşuyorum. Kâğıttaki bir diğer patlamaya geçerken zamanı bükmem lazım. Zamanı büküp ellerimde sıkıyorum. Kollarımdan aşağı vertigolar, nostaljiler, kara sevdalar akıyor. İsmet’le beraber hepsini buzluğa koyuyorum. Alt kısımdan kavanozu alıyorum. Biraz salça. Biber mi, domates mi, bilemedim. Kavanozun üzerinde de isim yazmıyor çünkü başarıyı mümkün ve müyesser kılmak için zor şartlar altındayım. Şekerimsi bir rayiha alıyorum, sanırım en tatlı domateslerden üretilmiş bu pembe salça. İçinde küçük yuvarlak bilyeler var. Çekirdeği çıkarılmış bileyeler. Ekliyorum. Sanki sıcak su... Yok yok su soğuk olacaktı neyse ekliyorum onu da.
Yeşillikleri doğramak isterken bıçağın lime lime oluşunu izliyorum o sırada aklıma yeşil limon geliyor ekliyorum ve yeşil soğan yardımıyla onu en küçük parçaya kadar bölüyorum. Kâseye bakıyorum. Çeltik bulgurun kızarıp malzemeleri iyice çekmesini izliyorum. Ardından zeytinyağına davranacakken elim ayçiçek yağına gidiyor. Nedenini sormayın. Kemerimi iyice sıkıp ayçiçek yağını elime alıyorum. Kemerimdeki deliklere bakıyorum, sıkılacak yer kalmadığı için küresel ayları ve global çiçekleri birleştiremeyip aynı tarladan aynı mutfağa ne de zor ilerleyişini, her ilerleyişte etiket değiştirerek ayyuka hızlı çıkışını takip ediyorum. Neyse şişe hâlâ elimde.
Kapağını açıp kâsedeki karışımı kapaktan içeri döküyorum. Yarım litreden daha az kalmış yağın içindeki karışım iyice yayvanlaşıyor. Kapağını kapatıp sallıyorum. Şişeyle birlikte gözlerim de sallanıyor. Gözlerimdeki insanlar da sallanıyor. Titreşimler ve kıpraşımlar ışığı bulanıklaştırıyor. Birçok yüz beliriyor. Hepsi şaşkın. Biz bazen simalara başka başka insanlar yerleştiriyoruz. Hiçbir şey olmamış gibi başka bir insanın sırtındaki dağı daha başka bir insanın sırtına yükleyip ona sen diyoruz. Ey yüce sen, sana hangi isim yakışır ki? Bu mananın flu olması beni acıktırıyor. Şişenin içimden de fazla şiştiğini hissediyorum. Ben patlamıyorum şişe sönmüyor. Baharatı unuttuğumu fark ediyorum. Kapağının iç kısmına tuz ve sumak ekliyorum. Şişenin kapağını açıp içindekileri kâseye tekrar koyuyorum. Artık tek kişilik kısırım hazır. Kâseyi güvercinlere fırlatıyorum. Yağ şişesini afiyetle ısırıyorum.