Dulda altlarına sıcak su dökme diye boşuna demezler adama. İkindiden sonra besmelesiz yaklaşma hayvanlara. Hela ihtiyacını karıştırmıyorum bile. Maazallah alır götürürler adamı.
Bizim Mustafa evden çıkar çıkmaz tuvaleti gelirmiş. Zamanından beri böyleymiş. Anası dermiş ona git tuvalete benim başımı belaya sokma diye. Bela dediği has bela. Allah vermeye. Yok gitmem de gitmem. Anası bilirmiş onu tabii. Korukta bir ağacın dibinde besmelelerle işini hallettirirmiş. O güne değin de bir şey gelmemiş Mustafa’nın başına. Ta ki, önceleri kilise olduğu söylenen yerde olanlar olana değin. Zaman sonra anası o geçmiş rumlara mı yoksa üç harflilere mi beddua edeceğini bilememiş de tutmuş dilini.
Baharın birinde, çayların iyice yetiştiği bir mayısta, hamucera toplamaya çıkarlardı Mustafa, ablası ve ağabeyi. Hepsinin yaşları toplamı otuz değil. Güneş görünce yanakları kızaran hamuceraları iki üç günde bir kontrol ederlerdi. İlkin patikadan ilerleyip yollarının bittiği yerden toplarlardı. Avuçlarını dolduran hamuceraları biri tutarken diğeri salut otunu külah şekline getirirdi. Diğeriyse toplamaya devam ederdi. Tüm mahsulü topladıktan sonra çakal yoluyla dereyi geçerlerdi. Anneleri ne kadar sakın sakın o yolu kullanmayın, dese de annelerinin bundan haberi olmazdı. Neden kullanmayacağız ki, diye sorarlardı ama almayı bekledikleri cevabın gerçek cevapla uzaktan yakından alakası yoktu. Çakal yolunun vardığı yerden de kıymeti olacak kadar hamucera toplayıp evin avlusunda bir güzel yerlerdi onları. Hele bir de akşam güneşi vuruyorsa daha da lezzetlenirdiler.
Yine mayısın güneşli bir salısı, ikindi güneşi çakal yoluna vururken Mustafa çıktı geldi ablasıyla. Koruğu dolaşan kuş sesleri ılık güneşle dans ediyordu sanki. Yel de nazlı nazlı esiyordu. Mustafa farkında olmadan bu havayı çok seviyordu. Bu sevginin adına da yaşamak diyordu o zaman, o yaşta. Ablasının elinde külahı, içinde bayağı fazla hamucera. Mustafa düşürür diye ona vermiyor, kendi dikkatlice tutuyor. Mustafa önden gitmek için ablasını solluyor, ablası patikada düşecek gibi oluyor, bela okuyor Mustafa’nın arkasından. Ağız alışkanlığı. Neyse ki bir hamucera bile zayi olmuyor. Mustafa bir koşu çakal yolunu bitiriyor, dereden geçerken paçalarını sıvamıyor. Sıvasa da ıslanıyordu sıvamasa da. O zaman niye uğraşsındı ki?
Baktım o çocuk yaklaşıyor. Gözlerinde alevden bir renk. Heyecan fışkırıyor göz bebeklerinden. Ardında o kızı bıraktı. Koşar gibi yaklaşıyor. Köklerim asırlardır yayıldı, yayılmaya devam ediyor. Böylesi göz parıldamasını pek hatırlamıyorum. Bu çakal yolundan kim geçecek de, geçenin göz bebeklerini hatırlayacaksın, demeyin. Buranın evveli hayli kalabalıktı. Kilisenin avlusunda gölgelenmek isteyen yamacıma gelirdi. Ey gidi günler.
Çocuk paçalarını sıvamadan geçiyor dereden. Tedbirsiz gibi. Gördüklerimi görmüyor sanırım. Yoksa o kayaya basmazdı, bu tarafa gelmezdi, onu bu kadar sık görmezdim. Geçenlerde konuşurlarken duydum, anneleri pek istemiyormuş bu yolu kullanmalarını. Gördüklerimi o kadın görüyor herhâlde. Ya da bildiği bir şeyler var. Dilim olsa da anlatabilsem bu sebilere. Gelmeyin desem.
Sonraki sabah ev ahalisi baktı ki Mustafa hiçbir yerde yok. Annesinin yüreği hopladı. Evin altını üstüne getirdiler. Etrafa baktılar. Meydana koştu babası. Ağabeyi konu komşuların kapılarını çaldı. Annesi, korktuğunun başına geldiğini düşünüp daha çok ağladı. Her seferinde daha çok. Sabah dış kapıyı kendisi açtığı için Mustafa’nın nasıl gittiğini aklı almıyordu. Aklına türlü türlü senaryo geliyordu. Kızına sordu dün ne yaptınız, diye. Ekledi sonra, çakal yoluna gittiniz mi? Yine ekledi, dışarıda tuvaletini yaptı mı? Ablası ağlamaklı sesle gittik, dedi. Gitmez olaydık diyordu o an içinden. Ettiği bela geldi aklına. Daha çok ağladı. Bir daha beddua etti o an, ama kendine. Annesi üçüncü soruyu tekrarladı. Kız bilmiyorum, dedi. Annesinin gözü dönecek fakat korkudan dönemiyor. Ağlaması duvarları deliyor. Kapıyı çalıyorlar. Bir sevinçle ayaklanıyor anne, komşuyu görünce ara verdiği ağlamasına devam ediyor. Teskin etmeye çalışıyorlar, fayda etmiyor. Olacakları önceden biliyor ve bunu bekliyor gibi.
Güneşin doğduğu vakitler insanların gözlerinde ayrı bir parıltı oluyor. Belki de gece izledikleri aydan bir parça yerleşiyor bebeklerinin bir köşesine. Gün boyu onu bir emanetmiş gibi taşıyorlar. İnsan zerre zerre bir mucize bütünü. Sabahın körüne gözlerini açtıran bir gülüşle geldi ve yamacıma oturdu. Direkt hamuceralara giderdi. İlk kez böyle yaptı. İlk kez tek geldi. Paçalarını sıvadı, yolu sakin sakin yürüdü. Sadece onu gördüm yeşilliğin arasında. Sürekli kıpranan yapraklarım ve onun atan yüreği dışında ses yok.
Ağlamanın fayda etmeyeceğini bilse de durmadı, ağladı annesi. Gözyaşı kalmamıştı. Ahali sağda solda yana yıkıla Mustafa arıyordu. Ablasının henüz gözyaşları kurumamıştı. Bedduayı her hatırlayışında ağlaması tazeleniyor, yeni bir gözyaşı yeşeriyordu pınarında. Annesi defalarca, başka ne oldu dün, diye sorsa da, başka bir şey olmadı, demekle yetiniyordu o. Sanki annesi onun Mustafa’ya beddua ettiğini biliyor da itiraf etmesini bekliyormuş gibi, gözlerini belerterek soruyordu. Her defasında. Dün başka bir şey oldu mu bana söylemediğin?! Ben size demedim’miler, o çakal yolunda ne işiniz vardı’lar, başınıza bir iş geleceği belliydi’ler havada dolandı durdu gün boyu. Kocasını çekti kenara, böyle böyle dedi. Alıp götürmüş olmasınlar bizim çocuğu, dedi. Onu der demez kafasında kurduğu senaryoların biri geldi çattı yine, başladı ağlamaya. Kocası eşini sakinleştirmeye çalıştı. Çağıralım hocayı, bir hâl çare bakalım, dedi. Gitti hocanın yanına. Minareden inince mihraba geçmeden yakaladı hocayı, böyle böyle hocam, dedi. Hele bir namazı kılalım, dedi hoca. Mustafa’nın babası namaz kılarken içinden adak adadı. Allah öğle namazımı kabul etsin, dedi o günün akşamında.
Tuttular yolu, yol evde bitti. Mustafa’nın annesi böyle böyle hocam, dedi. Dışarıdan bir bağırışla kadının kalbi tekledi. Ana! diye bağırıyordu Mustafa’nın ağabeyi. Ana! Kadın, kocası, imam, Mustafa’nın ablası ve eve doluşan komşular kendilerini kapıdan dışarı attılar. Mustafa’nın ağabeyi, Mustafa’yı kazağının ense kısmından tutmuş, kazağın yakası Mustafa’nın boğazında toplanmıştı. Annesinin gözleri pörtledi, büyük oğlunun ayaklarına baktı. Sonra Mustafa’ya. Elinde saluttan külah. Mustafa’m, dedi sakince, koştu oğluna sarıldı. Hamuceralar bir bir yere döküldü. Annesi Mustafa’dan ayrıldığında Mustafa’nın gözü yere saçılanlardaydı. Yutkundu. Annesi omuzlarından tutup silkeledi, Ben size demedim mi çakal yoluna gitmeyin diye?