Şehirdeki en yüksek noktayı kestirdi gözüne. Dolaştı biraz. Vakit gece. Sokaklarda kediler var. Ve insanlar. Kediler yere saçılmış çöpleri kurcalıyor. İnsanlar zihinlerini.
Tırmanacağı kuleye geçmeden sokakları tanımaya çalıştı. Sokakları tanıyınca tanıyacaktı insanları da. Meydanları, insanların adına park dedikleri yapaylıkları dolaştı. İçinde suyun can çekiştiği fıskiyeleri, havuzları izledi. Bilboardları okudu rekabeti bağıran. Betonla göz göze geldi. Bu yüzden sorguladı ağaçları, oraya buraya serpilmiş çiçekleri. Çöp kutularını anlamsız buldu dışındaki yığınlardan sebep. Sonra yüksekçe binalara dikti gözünü. Her birinden bir ışık şavkıyordu. Bir binada göğe doğru sıralanmış, göğe merdiven dayamış bu kadar evin niyesini sordu. Herhalde dedi, yalnız kalmaktan korkuyorlar. Ondan. Sonra rastgele bir binanın açık kapısından giriverdi. Her katı dolaştı. Koca sağlam kapılar gördü. Demek ki bunlar, birbirlerinden de korkuyorlar diye düşündü. Yoksa neden kapılarına çelik yığsınlar. O zaman bu kadar ev yığıntısını, bir arada olmayı algılayamadı zihni. Başı ağrıdı. Bunun için yaratılmamıştı. Binadan kaçar gibi uzaklaştı.
Bir binanın önünden geçti. İçi ihtiyarlarla dolu. Kapısındaki yazıyı okumaya çalıştı. Okuyamayacağını biliyordu ama yine de şansını denedi. Adı belki beyaz saçlılar evidir, dedi. Peki hepsi neden buradalar? Merakına yenik düştü yine. İçeri girdi. İnsanlar tarafından görülmemek en çelikten şeydi. Cisminin insandan uzaklığı da öyle. Gölgeden mamuldü. Binanın içinde dolaştı. Sakinlerin yüzlerini izledi. Mutlu duranı ya da mutsuzu fark etmez, hepsinin ifadesi aynıydı. Hepsinin alacağı var gibiydi. Birilerine bakarken ya da dışarıyı izlerken ötede bekledikleri, alacakları şeyin izini arar gibiydiler. Yaşlanmak, dünyaya dair beklentileri azaltan bir şey değil miydi? Ona yanlış mı söylemişlerdi? Dünyada çok gün geçirmenin, gök çatı altından geçerken saçlarına düşen beyaz boya sağanağının adı değil miydi yaşlanmak? İnsanlar gençken mutsuz olabilirlerdi evet. Çünkü sürücü koltuğuna yeni geçmişlerdi ve sağa sola toslamak hoşlarına gitmiyordu. Peki ya usta şoför olan yaşlılar neye tosluyordu? Ya da toslamamak mı canlarını sıkıyordu? Bilemedi. Ona bu kadarı bahşedilmemişti. Gölgedendi o. Varlığında gölge akan, aslı ne bilsindi? Buradan da koşar adım uzaklaştı.
Suçluların, canilerin toplandıkları binaları geçti. Çocukların bir arada kaldıkları binaları. Ne anlamsız, diye düşündü. Hani bu insan türü, epey yaşasa da anne babasına muhtaçtı? Hani büyümek yetmezdi tek başına dünyada savaşmaya. Bu çocuklar neden yalnız savaşıyorlar? diye sorguladı. Sorgulamasını yarıda kesti. Başı ağrıdı yine. Bunun için yaratılmamıştı. Buradan da kaçtı.
Dolaşa dolaşa gözüne kestirdiği binaya geldi. Tırmandı, süzüldü, en tepeye ulaştı. Ayaklarını aşağı sarkıttı, bir güzel oturdu. Burası daha soğuktu. Üşümüyordu ama soğuğu hissediyordu. Cismi, dünyanın her şeyini algılatıyordu ona. Ama insana bıraktığı yükü ona bırakamıyordu. Gölgedendi çünkü. Gökyüzüne baktı yıldızları görmeyi umarak. Göremedi. Cisimsiz gözlerini ovaladı. Tekrar baktı. Yine göremedi. Yıldızlar yerinde yoktu. Şehre baktı. En tepeden. Bir şahin gibi. Şahin kanadından izler gibi ya da. Minik minik ışıklar gördü. Oynaşıyorlardı. Et gibi seyriyorlardı kimi yerde. Yıldızların yere serpilmiş olduğunu düşündü. Hatırına geldi ki burası dünyadır. Göğe ait olanlar yere tenezzül etmezdi. Evlerin ışıklarıydı bunlar.
Kulenin tepesinde dolana dolana dört bir yanı izledi. Evlerden, sokaklardan sızan ışıkları. O zaman anladı görevinin nice zor olduğunu. Her bir ışık en az üç insan demekse. İki insansa. Hadi bir insan olsa bile, her biriyle uğraşmak nice zor olacaktı. Görev denmezdi buna. Düpedüz cezaydı. Efendisi yani gölgeler hâkimi hoşnutsuzdu bu insan yüzlerinden. Onların birbirini tutmayan yüzlerini yalayıp geçmekten. Hepsi gülümsesin istiyordu. Hepsine bir gülüş.
Yerine oturdu yeniden. Bu işin zorluğunu düşündü. Nasıl yapacaktı? Her birine ayrı ayrı gülüşler. Kapı kapı dolaşsa olmazdı. Hızına rağmen olmazdı. Her bir insana bakacak ve yüzüne layık bir gülüş tasarlayacak. Daha neler. Bu gülmek, ortak bir eylem değil miydi hem? Yüzlerde görülen gülüşler birbirine benzerdi. Nergisler gibi. Başı önünde düşünür gibi duran o zarif çiçekler gibi. Aynı mıydı şimdi tüm nergisler? Tüm gülüşler de aynı değildi demek ki.
Bir genç kız gülümseyişini düşündü. Yüzünde güneş açmışa benzerdi o. Gölgesiz bir gülüş. Gölgesiz olmasına canı sıkıldı. Ama yine de yarpuz ferahlığı taşıyan bu gülüşü düşününce gülümsedi. Bir genç adam gülümseyişini düşündü. Vakurdur o. Bir zafer kazanmış gibi gülümser. Çocuk gülümseyişini düşündü. Taze yağmur tanesine benzer. O gülüşü görünce dünyadaki en günahsız şeyi gördüğünüze yemin edebilirsiniz. Yaşlıların gülümseyişini düşündü. Durulmuş bir nehre benzer. Kıyısında dinlenebilir, sesiyle durulabilirsiniz.
Tüm gülüşler aynı olamazdı. Çünkü insan, ölene dek aynı cesedi sürüklemezdi. Her doğan günle onun için yeniden kurulurdu dünya. Efendisinin buyruğunu nasıl yerine getireceğini düşündü. Öyle bir şey yapmalıydı ki insanlar aynı anda gülsünler ve o gülüş ebediyen yüzlerinde kalsın. Yüzlerinde donup kalacak bir gülüş.
Saydam maskeler yapsaydı. Hepsine aynı gülüşü oysaydı. Sonra herkes uykudayken yüzlere takıp kaçsaydı. Ama efendisi sahici gülüşler istiyordu. Maske, sahtelik demekti. Tam buradan bir rüzgâr çıkarsaydı. Rüzgârla savursaydı şehre kahkaha tozunu. Etkisi azaldıkça her gün çıkar, savururdu yine o tozdan. Bu olabilirdi sanki. Yok. Kahkaha ve gülümsemek aynı şey mi? Biri hoyrat biri nahif. Birinde dişlerin tekmili birden ortada. Diğerinde dişler dudakların sakin kıvrımında saklı. Vaktiyle biri öğretmişti bu insanlara gülümsemenin bile nasıl olması gerektiğini. Şaka yaparkenki ölçüyü. Öğretmişti, buralar olsa olsa gölgelikti. Gölgelikte insan düğün yapar gibi eğlenir miydi? Neyse ne. Efendisi kahkahadan nefret ederdi. Bu fikrinden de vazgeçti.
İnsanları aynı anda gülümsetecek şey, mayalarında gizli olmalıydı. Güzele kayıtsız kalamazdı bu insanlar. En kötüsü bile, kendince bir güzel tasarısıyla yaşardı. Şehrin meydanına dünyanın en güzel çiçeklerini yığsaydı. Sonra sevimli bir bebeğe kimse kayıtsız kalamazdı. Bebek gülüşleri toplasaydı. Dünyanın en mahir hokkabazlarını toplasaydı. Belki şöyle şen müzikler çalan orkestra. Bunları düşünürken kulenin tepesinde heyecandan dolanıp duruyordu. Sonra insanların kulp bulmaktaki maharetini hatırladı. Çiçeğe çiçek demezlerdi, bebeğe bebek. Hokkabaz olurdu gözlerinde şarlatan. Müzikse kuru gürültü. Bunlara insan yerine kulpçu denilse yeriydi.
Ümitsizce düşünüp dururken yanında efendisi beliriverdi. Toparlandı hemen. Tülsü karanlığını düzeltti. Vaziyeti sordu efendisi. Tasarlamış mıydı bu Âdem oğullarına, Havva kızlarına gülüşler? Yarın sabah gün doğumuyla kiminin o memnuniyetsiz suratına toslamayacaktı öyle değil mi? Bulamadım, dedi. Hepsine ortak bir gülümseyiş bulamadım. Yamalı bohça gibi düşündüklerim. Yapay. Oluru yok. Efendisi öyle bir hışımla kalktı ki uçacaktı neredeyse kulenin tepesinden. Bulamamak da nesiydi? Yarın gün doğumuna kadar mühlet verdi. Eğer o vakte kadar tamam olmazsa gün ışığına maruz bırakacak, gölge olmaktan azat kılacaktı onu. Tehdidini savurdu ve şehre doğru ağdı.
Kendisini aşağı bıraksaydı? Ne gülünç. Gölgeler ölür müydü? Ölürdü. Düşmekle ölmezlerdi ama. Düşmekle ölen insandı. Uyurken ölen. Ağlarken ölen. Gülerken ölen. Yemek yerken, konuşurken, ansızın birden. Yine de bıraktı kendini aşağı. Cisim değildi. Hava gibi iniverdi. Baktı ki bir meczup oturuyor bankın tekinde. Ellerini kavuşturmuş ileri geri sallanıyor. Üstü lime lime ama üşümekten sallanmıyor. Onun yanına kıvrıldı. Çehresini izledi. Peki ya meczuplar nasıl gülerdi? Bunu hiç düşünmemişti. Meczuplar. Azatlar nasıl gülerse öyle gülerdi. Azattı onlar aklın yükünden. Hafif bir şey nasıl gülerse öyle.
Meczubun yanına iki adam yaklaştı. “Bu da,” dedi biri: “Düştü bir kızın peşine. Kız tabii sevmedi bunu. Bıraktı gitti. Bu da daha onun davasını güder. Ulan insan, aklını bir gülüşe verir mi be? Ulan insan, unutmak katığını balla karıştırıp yemez mi?” “Yemez,” dedi diğeri. “Senin bal dediğin kimine zehirdir. Yürü gidelim. Bunlar yatır gibidir. Çevresinde çok dolanmaya gelmez.” Yollarına devam ettiler. Meczup sanki onlar yanına hiç uğramamış gibi devam ediyordu sallantısına.
Demek bu tür, gönlüne düşenin bir ömür kölesi olurdu? Demek meczubu dünyaya kapatan biricik bir kızcağızdı ha. O zaman varlık için çoka ne gerekti? Kandıracaktı efendisini. Bunların alayına gülüşler uydurmak zor. Ama birine hakiki bir gülüş tasarlasa. Efendisi o zaman gerisini umursamayacaktı. Dediğine güldü. Efendisini âşık edecekti bir gülüşe ha! Gölgelerin şeytanı seni, deyip keyiflendi. Ama kimin gülüşüne âşık etmeli? Sonra aşkın kimyasını düşündü. Bulması zor olmadı.
Saatler saatleri kovaladı. Gün sabaha vardı. Efendisinin önce doğu yönünden geldiğini bilirdi. Ona göre hazırlıklarını tamam etti. Ortalık kalabalıklaştı. Caddelerden akan güruh, çehrelerine yapıştırdıkları memnuniyetsizlikle sürüklüyorlardı cesetlerini. Ama bir de baktılar ki şehrin meydanında devasa bir ayna peydah olmuş. Önce anlam veremediler. Ağızları dört elif miktarı açık kaldı. Derken belediyenin saçma işlerinden biridir deyip yollarına devam ettiler. Aynaysa ışığı öyle bir topluyor, öyle bir topluyordu ki sanki ikinci bir Güneş doğuyordu meydanda. Kocaman bir ışık topu doğu yönüne doğru şavkıyordu. Planının şaşmazlığından emindi. Bir ağacın gölgesine katıştı ve olanı seyre koyuldu. Hesapladığı gibi efendisi, yani gölgelerin piri bu ışık demetiyle karşılaşınca önce durdu. Sonra kamaştı tülsü karanlık gözleri. Bu dedi, ne güzel bir gülüştür ey çırak? Yaklaştı, yaklaştı. Işığa dahil oldu. Işıkta kayboldu. Işık oldu.
Efendisinin kayboluşunu izledi bir süre. Güneş elbet batacaktı. Ama efendisi bu gülüşü daha unutamazdı. Meczuptan öğrenmişti geçen. Varlık, en olmazın peşinden eskitirdi kendini. En olmaz, en iyisi gibi gelirdi. Kanun bu. En olmazı denemek olur muydu dünyanın kuralını aşıp? Gurur duydu kendisiyle. Gitti, bir ışığın peşine düştü ödül olarak.