Trenden indiğimde güneş, şehri cilalıyordu, az önce tozunu, kirini, pasağını yıkamış olan yağmurdan sonra. Mis gibi toprak kokusu sarmıştı her yanı. Keşke gökkuşağı da çıksaydı. İçime dolan neşeyi ve içi anılarla dolu bavulumu aldım, bir hafta önce kiraladığım evime doğru yürüdüm. Önüme çıkan herkesi selamlamak, herkesle tanışmak, herkese ne kadar mutlu olduğumu anlatmak istiyordum ya da bağıra bağıra şarkı söylemek. Deli sanmasınlar diye ikisini de yapmadım ya da deli olduğumu anlamasınlar diye.
Yıllarımı harcadığım, kaldırım taşlarının sayısını bile ezberlediğim o şehre ait olmadığımı anlayalı yıllar olmuştu, nihayet bir gün bir cesaretle aldım haritayı önüme ooo piti piiti yaptım, bu şehre değdi parmağım, kırmızı kalemle bir kare çektim şehrin adının etrafına sonra karenin üstüne üçgen bir çatı çizdim ve çatının üzerine bir baca, tüten bir baca. Tütmesi gereken ocağım oldu bu şehirde, çıktım geldim. Beni kendine sığdırmayan şehirdeki bir bavulluk pılımı pırtımı toplayıp tafra dolu bakışlarımla baktım şehrin gözlerine, ben gittiğim için üzülmüş müdür, diye. Yeterince hüzün safrasıyla dolu yüreğim geğirdi, doyduk elhamdulillah daha fazla drama gerek yok, der gibi. Şehrin gözlerinde hüzün aramayı bıraktım ve yola koyuldum.
Geldiğimin ertesi günü şehri keşfe çıktım. Küçük, eski, az bakımlı, sade bir şehirdi burası. Bir kasvet vardı sanki şehrin üzerinde, genel bir kasvet mi, o güne özel bir kasvet mi, yoksa bana mı öyle geliyordu, anlamadım. İnsanların yüzlerine baktım; kederli, yorgun, çizgili, ihtiyar… Gençleri bile ihtiyar yüzlüydü sanki. Genel olarak mı öyleler, ben bakmak için hep öylelerini mi seçtim, yoksa bana mı öyle geldi, anlamadım. Belki de ilk defa bu kadar dikkat ettim insanların yüzüne, belki de yeryüzündeki bütün insanların yüzleri böyleydi.
Bir çocuk parkının karşısındaki bankın üzerinde oturan çok yaşlı bir amcanın yanına oturdum. Selam verdim, selamımı aldı. Nasılsınız, dedim, bu günümüze şükür, dedi. Öyle yorgundu ki sesi, dinlerken yoruldum. Yaş kaç amca, dedim gülümseyerek. Bilmiyorum. Doğduğumdan beri yaşıyorum, dedi gülümsemeyerek. Tekrar gülümsedim, adam tebessümle karşılık vermeyince tebessümümün boş bir sırıtmaya dönüşmesini önemsemeyerek. Ben de, dedim. Yine gülmedi. Gülmeye mecali kalmamış gibiydi. Oyun parkı niye boş? Hiç çocuk yok mu bu şehirde, diye sordum. Çocuk vardır da oyun yoktur bu şehirde. Parklar yapılır, oyuncaklar üretilir ama çocuklar oynamaz. Ağlar, yemek yer, okula gider, düşer, kalkar, uyur, uyanır ve büyürler, dedi. Neden, dedim. Sustu. İçini çekti. Uzaklara daldı. Yağmur yağacak, dedi ve kalkıp gitti.
Kalakaldım öylece. Sorular içinde kalakaldım. Oynamayan çocuklar mı? Dünyası olmayan çocuklar demek bu. Sevinemeyen, gülemeyen, düşleyemeyen, öğrenemeyen, sevemeyen çocuklar. Çocuk mu onlar? Çocukluk olmayan bir diyarda yaşanır mı? Yaşanmaz. Hatta ölünmez bile. Nefes alınmaz. Hatta verilmez bile. Kalp atmaz. Hatta teklemez bile.
İnanmak istemedim. Deli saçması olmalı, diye düşündüğüm sırada annesinin elinden tutmuş, bana bakarak önümden geçmekte olan bir çocuk fark ettim. Gülümseyip el salladım. Çocuk gülümsemedi, önüne döndü, tekrar bana baktı, yine yaptım yine önüne döndü. Hızla kalktım yerimden, çocuğu annesinin elinden alıp karşıdaki parka götürdüm. Çocuk bağıra bağıra ağlıyordu, annesi nefes nefese arkamızdan koşturuyordu. Salıncağa bindirdim çocuğu ve sallamaya başladım. Ağlama, birlikte oynayalım, gülelim. Bak kuş uçuyor, bak dönme dolap, tahterevalliye de bineriz, dedim. Çocuk ağlamaktan mosmor kesilmişti, annesi kızgın bir şahin edasıyla salıncağı durdurdu, kuvvetli bir tokat nakşetti yüzüme, yavrusunu alıp gitti. İnanmak istemedim. Çocukların çocuk olmadığı bir dünyaya inanmak istemedim. Bu yüzden ihtiyarın her şeyi kafasından uydurduğunu ispatlamak istedim, olmadı.
Eve doğru yürümeye başladım. Yürürken yolda gördüğüm tüm çocukların gözlerine baktım, yüzlerine, dudaklarına… Küçük bir tebessümün bile esamesi okunmuyordu minik yüzlerinde. Çocuklar gülmüyorsa bu şehirde, büyükler?
Ertesi gün aynı yolları yeniden yürüdüm. Yeniden aynı parkın karşısındaki aynı banka aynı ihtiyarın yanına oturdum. Selam vermedim bu sefer, gülümsemedim de. Oturdum ve neden, dedim. Sadece neden, diye sordum, o anladı. Neden çocuklar çocuk değil bu şehirde, neden gülmüyor insanlar, neden herkes üzgün, neden yüzlerinde kahır, omuzlarında yük var daima? Sanki bütün dünyanın yükünü bu şehirliler yüklenmiş gibi, demek istedim. İhtiyar titrek ve yorgun, ürperten ve yoran sesiyle anlatmaya başkadı; Bundan çok uzun yıllar önce, ben yağız bir delikanlıyken, sen ve emsallerin daha hayatta bile değilken, bu şehirde gün bir başka doğar, çiçekler bir başka açar, kuşlar bir başka şakırken, çocuklar neşeli, büyükler mutlu, ihtiyarlar hoşnut iken genç bir adam geldi şehre. Yakışıklı ve efendi bir adamdı. Tatlı dilli, hürmetli, sevecendi. Bir dağ köyünden geldiğini, maksadının biraz çalışıp para kazanmak olduğunu, kazandığı parayla dul anasının mutfağını restore edeceğini söylemişti soranlara. Her işten anlıyordu. Her konuda bilgi sahibiydi. Yanında çalışmadığı esnaf, misafir olmadığı hane, muhabbet kurmadığı insan kalmadı. Herkes çok sevdi bu genci. Hatta herkes çok saydı. Eli şifalı, nefesi kuvvetli, bakışı basiretli, fikri ferasetli, diyorlardı onun için.
Bir süre sonra insanlar takıldıkları her konuda bu gence danışır, fikrini alır oldu. Çocuğu uyumayan ona götürürdü, çocuğun gözlerine parmağıyla bal sürer, çocuk o günden sonra uyurdu. Bahçesinin toprağı verimsiz olan onu bahçesine götürür, toprağı avucuna alıp savurduktan sonra toprak verimli hâle gelirdi. Eşiyle anlaşamayan, kaynanasının ölmesini isteyen, hasta olan, fakir olan, evde kalan, borcu olan bu gençten derman dilenirdi.
Bir gün ahaliye güvercin beslemeyi önerdi bu genç. Güvercin barış demek, selamet demek, sükûnet, muhabbet, vefa, dostluk demek. Güvercin olan evde sonsuz huzur olur, bereket olur dedi. Bu genç diyorsa doğrudur diye herkes evinde, iş yerinde güvercin beslemeye başladı. Güvercinler insanlara kısa sürede alıştılar, yâren oldular, yoldaş oldular. Kanat sesleriyle neşeleniyor, dans ediyordu insanlar. Bu yeni dostluk herkesi memnun ve mutlu etmişti. Böyle mutlu, huzurlu, neşeli, muhabbetli geçiyordu günler.
Fakat bir sabah uğursuz bir güne açtı insanlar gözlerini. Kanlı bir sabaha. Karanlıklardan da karanlık, acılardan da acı bir sabaha. O sabah herkesin kapısında büyük bir kan lekesi, her kapının önünde kafası kopmuş bir güvercin vardı. İnsanların dost güvercinleri acımasızca katledilmişti. Adamlar öfkeyle sokağa döküldü, kadınların ağıtları arşa dayandı. Herkes birbirine bu kara işi kimin yaptığını sordu ama kimse cevap alamadı. Olanları o gence anlatmak için evine gittiler lâkin yoktu. Her yeri aradılar, bulamadılar. Onu bulamayınca bu işi onun yaptığını anladılar. Ama nedenine akılları ermedi. İşin en ilginç tarafıysa o günden sonra gülmeyi unuttu insanlar. Gülmek bir boşluktu artık gönüllerde. Ölen güvercinlerini gömdüler, kapılarındaki kan lekelerini yıkadılar, yeni güvercinler aldılar, beslediler, uçurdular, kanat seslerini dinlediler ama o boşluğu dolduramadılar. Eski insanlar öldü, yeni nesiller doğdu, zaman değişti, şehir değişti fakat hiçbir şey eskisi gibi olmadı. Gülmeyi hatırlayamadılar, bilemediler, öğrenemediler.
İhtiyar sözlerini bitirdiğinde ağlıyordu. Elini tuttum, ben öğretirim, dedim. Ben, bu insanlara yeniden gülmeyi öğretirim, dedim ve kalkıp evime gittim. Günlerce düşündüm, projeler ürettim, başarısız olma ihtimaline karşı A planı, B planı, C,D,E…Z planı yaptım. Hastanelere gidip doktorlarla görüştüm, yeni doğan çocuklara fazladan mutluluk hormonu aşılamalarını önerdim, böylece yeni nesil mutlu olmayı, gülmeyi doğuştan bilsin istedim, kabul etmediler. Belediyeye gittim musluklardan çikolata akıtmalarını önerdim, çikolata mutluluk verir dedim, kabul etmediler. Millî Eğitim Müdürlüğüne gittim, okullarda gülme dersi olsun, sinemalarda komedi filmleri gösterime girsin, sokaklarda insanları güldüren palyaçolar olsun, gülmekle ilgili konferanslar, sempozyumlar düzenlensin, dedim, hiçbirisi kabul görmedi. Tüm planlarım suya düştü.
İhtiyarla buluştuğumuz yere gittim. Neden, dedim, o anladı. O genç neden öldürdü güvercinleri, neden kapıları kana buladı, neden çekip gitti ve insanlar neden bir olayla gülmeyi unuttu demek istedim. Anlatmaya başladı; Ben o zamanlar yağız bir delikanlıydım. Yiğit ve cesurdum. Güvercinlerimizi ölü bulduğumuz o sabah atıma atladım, peşine düştüm o namerdin. Babam avcıydı benim, iz sürmeyi iyi bilirdim. Dağlardan, tepelerden aştım, ovalar, bayırlar geçtim, nihayet bir mağaraya geldim. Mağaranın önünde onun atı bağlıydı. Sessizce içeri girdim, konuşma sesleri geliyordu. Birisi “Sınavı geçtin, aferin. Bir şehir dolusu insana gülmeyi unutturmak büyük başarı. Şeytanla iş birliği yapabilecek kıvama geldin. Seni mezun ediyorum. Artık bir numara büyücü oldun.” dedi. Başımdan kaynar sular döküldü. Demek bize büyü yapmıştı vicdansız. İçim nefretle, kinle, öfkeyle doldu. Memleketimin ve memleketlilerimin öcünü almalıydım o kalleşten. Güvercinlerimizin kanı yerde kalmamalıydı.
Aceleyle mağaradan çıktım. Büyük bir kayanın arkasına gizlendim. Belimdeki hançerimi kavradım. Kalleş genç mağaradan çıkar çıkmaz yakaladım, hançerimi tam kalbine saplayıp oracıkta aldım canını. İntikamımızı almanın gururuyla döndüm şehre. İntikamı aldım almasına ama onun laneti hep üzerimizde kaldı. Bak hâlâ gülemiyor kimseler.
Yine ağlayarak bitirdi sözlerini ihtiyar. Gülecekler, merak etme, dedim. Eve gittim. Yeni tasarılar planladım. Aynanın karşısına geçtim. Kendime gülümsemek istedim, gülen bir yüz görmek. Olmadı, yapamadım, nasıl gülündüğünü hatırlayamadım. Ben de unutmuştum gülmeyi, lanet bana da bulaşmıştı. Çalışma masama oturdum gülen bir surat çizdim, işte böyle dedim. Elimle dudaklarımı gerdirip kendimi zorla gülümsettim. Aynaya baktım, olmuştu. İnsanlara da böyle öğretebileceğimi düşündüm.
Elimdeki kâğıtlara çeşitli gülme şekilleri çizdim. Tebessüm, dişli tebessüm, ağzı açık, hafif sesli gülme, kahkaha, gözden yaş gelecek kadar kahkaha… Ertesi gün şehir merkezindeki alana gittim. Yüksekçe bir yere çıktım. Oradan geçmekte olan insanlara elimdeki kâğıtları gösterip, kâğıtlardaki gibi güldüm. Kimi deli deyip geçse de kimisi merakla izlemeye başladı. Kısa süre sonra çocuk, genç, yaşlı, kadın, erkek birçok insan toplandı. Gülüyordum, kâğıtları gösteriyordum, siz de yapın, siz de yapın, diyordum heyecanla. Bir saat boyunca tebessüm ettim, sesli güldüm, kahkaha attım ama kimse dediğimi yapmadı, gülmeyi denemediler bile. Sadece izlediler. Vazgeçmedim. Bir saatin sonunda tam kahkaha çizimi olan kâğıdı gösterip kahkaha attığım sırada küçük bir çocuk beni taklit etti. Kahkahayla güldü. O gülünce yanındaki arkadaşı da güldü. Sonra bir başka çocuk, sonra diğeri, diğeri… Derken alandaki bütün çocuklar kahkaha attılar. Bunu gören büyükler şaşkın şaşkın birbirlerine bakarak kahkaha atmaya başladılar. Taklitler bir süre sonra gerçeğe dönüştü ve alandaki herkes kahkahalara boğuldu. Gülmekten yerde yuvarlananlar bile vardı.
O sırada gökyüzünü bir karartı kapladı. Kafamızı kaldırıp baktığımızda gökyüzünde bize doğru yaklaşmakta olan kara bir bulut gördük. Bulut tam tepemizde durdu ve göğümüze yüzlerce güvercin bırakıp gitti. Güvercinler, gökyüzünde takla atarak dans ediyorlardı. Onları gören insanlar daha çok güldüler. Kanat sesleri melodisi eşliğinde dans etmeye başladılar. Karşıda bir banka oturmuş olanları seyreden bizim ihtiyar da gülüyordu. Öyle gülüyordu ki gülmekten göbeği oynuyordu.
E.Ecran Çeliksu