Kelimeler: ok, ispiyonculuk, saltanat
DÜŞLERDE
attığımda o oku/ben atmadım sen attın
Süleyman Çobanoğlu
Bir insan boş boş dolaşırken her şey bulabilir. Bozukluk bulabilir, çakmak bulabilir, açılmamış bir sakız sonra. Sakız bulmasa iyi ama. Tekme savurmak isteyebilir çünkü. Küfredebilir durup dururken. Ulan diyebilir. Seni çiğneyince ne anlıyorlar? Bir vesikalık bulabilir berbat çekimli. Şipşak. Cüzdan bulabilir, meteliğe kurşun atan. Mektup bulabilir, verilmeye korkulmuş. İnsan boş boş dolaşırken istese ok bile bulabilir. Ne dalgası? Ne arar dalga bu kurguda? Buldu işte Yusuf. Caddede boş boş dolaşırken güzelce bir ok buldu. Önce yanından geçti gitti. Almaya yeltenmedi. Sonra merakına yenik düştü, döndü aldı yerden.
Önce etrafına bakındı. Sahibi belki arıyordur diye caddede bir aşağı bir yukarı yürüdü. Yok. Belli ki kaybeden çoktan uzaklaşmıştı oradan. Bu okun nasibi anlaşıldı ki Yusuf’a yazılıydı.
Bir parka geçti oturdu elinde bu tek okla. Evirdi çevirdi. “Demek bu temrenle delik deşik ediyorsun vurduğunu ha ok efendi?” dedi. Okun ucunu kendine çevirdi sonra. Kalbinin üstüne getirdi. Biraz bastırdı. Biraz daha. Biraz daha. Ürktü. Ne yapacaktı şimdi bunu? Yay bile yok. Aksesuar olsundu bari. Kitaplığa koyabilirdi evet. Kitaplıklar zaten antin kuntin şeyleri sergilemenin de yerleridir.
Bakıp dururken okun üstündeki yazıyı fark etti:(Oku) attığında da sen atmadın, Allah attı. Öyle mi olurdu? Oku atan Allah mı olurdu? Düşündüğüne güldü. Bir ok buldun, hadi tefsire giriş bir de. Ulan yazları Kur’an kursundan her fırsatta kaçardın. Bırak şimdi bu âyet üstüne düşünmeleri. Ama tınısı ne güzel be, dedi. Attığında o oku sen atmadın, o attı.
Eve vardığında akşam ezanı okunuyordu. Anahtarı yanında olsa dahi zili çalardı. Annesinden tembihliydi. Onu kapıda karşılamak isterdi hep. Babası vefat edeli üç yıl olmuştu. Ana oğul bir başlarına yaşayıp giderlerdi. Dünyaya dair öyle büyük kaygıları, tasaları yoktu. Yani görünürde. İç dışa, dış içe çevrilmediğinden yoktu. Yoksa tasasız âdem var mıydı dünya yüzünde?
Elindeki oku sordu annesi. Anlattı o da. “Bırakaydın bir duvarın üstüne, ne işe yarar bu?” dedi. Bir işe yaramayacağını o da biliyordu ama insan ömründe kaç kere ok bulurdu ki? “Dursun bir köşede anne, kitaplığa koyayım hatta. Afili durur.” dedi. Gülüştüler. Sofraya geçtiler sonra.
Yemekten sonra odasına okla geçti. Hemen bırakmadı kitaplığa. Demek bir ok yaydan fırlatıldığında onu atan insan olmazdı ha? Gerçi ne öyle değildi ki?
Gençti. Babasını kaybetmişti. Onu çok arıyordu. Erkenden gidişi, içinde bir yar gibi duruyordu. Öyle ki neye toslasa yankılanıyordu içinde. Rastladığı her şeyde bu yokluğa teselli arıyordu. İnsan, ömrü boyunca teselli koleksiyonu yapar kendine. Boynuna tesellilerden bir kolye takar. O da bugün bu âyeti taktı. Ok atıldığında atan insan olmazdı.
Annesi, oğlunun odasının açık ışığını görünce kapıyı tıklatıp içeri girdi. Baktı ki uyuyakalmış ol Yûsuf yüzlü. Üstünü örttü, yanağına bir öpücük kondurdu. Işığı kapatıp çıktı. Anne gibi. Demek anneleri de böyle hareket ettiren, o oku attırandı.
Rüyasında bir savaş meydanındaydı Yusuf. Ürktü önce. Sağında ve solunda iki ordu. Orduların önünde birer komutan. Birbirlerine nara atıp duruyorlardı. Anladı ki onu gören yoktu. Elinde bulduğu oku tutuyordu. Sıkıca kavradı. Ola ki ona uylayan olursa belki işe yarardı. Belki hızla şöyle bir saplayınca. Dediğine güldü. Adamlar atlarıyla bir gelseler üstüne, toprağa katarlardı Yusuf’u. Nasıl katsınlar? Gören mi vardı onu?
Geçti bir yere saklandı hızla. İnsan rüyada da canından endişe eder miydi? Ne tatlı şeydi şu can. Komutanlardan biri atıyla kendi etrafında bir tur dönüp teslim olmayı teklif etti diğerine. Buna kahkahayla karşılık verdi öbürü. Toprağı kanınızla sulamadan çekilin, diye de ekledi. Anlaşılan birazdan kan gövdeyi götürecekti. Yusuf saklandığı yerden kıpırdamadan izliyordu olanı biteni.
Beş dakika geçti geçmedi. İki ordu hınçla birbirine girdi. Kılıç şakırtıları ok vızırtıları ortalığı inletiyordu. Biçilen askerlerin kanı komutanın dediği gibi toprağı suluyordu. Bu meydanda bir saltanat sona erecekti, belli. Yusuf, rüya yassılığı içinde gözünün önünde bu hayaletleri izliyordu. Savaş filmlerini sevmezdi. Sanat filmlerinin o bozkır sessizliğiyle dolu sekanslarına bayılırdı. Rüzgârlı uğultulu olur hani. Sonra başkahraman kalkar gider. Film biter. Ne oldu? Hiç. Asıl olması gereken oldu. Uzun uzun izlenildi hayat ve ona sırtını dönüp gidildi. Bu yüzden şimdi bu görece gerçek sahneyi görmemek dilerdi. Annesi gelse de uyandırsa onu. Yeni daldı ama daha.
Hangi sultanı tutsa? İkisi de denk duruyor birbirine. Haşmetleri yani. Ama sanki şu daha haklı gibi. Ordusu daha inanmış duruyor. Daha cansiparane vuruşuyor. Onu tutmalı onu. Kıyın kıyın o orduya doğru yaklaştı. Görmüyorlardı ama belki işe yarardı. Rüyada bile insan kendine tutacak saf arıyor. Holigan etmeye meyilli bir yer şu dünya.
Geçti, beğendiği ordunun tarafında bir çadırın arkasına saklandı. Saklanmak da denir mi buna bilinmez. Her yer adam kaynıyor, her yer gürültü. Bu gürültü patırtının arasında çadırdan ses geldiğini işitti. Çadırı aralayıp baktı ki iki adam hararetli hararetli bir şey tartışıyor. Ne dediklerini duymak için az daha yanaştı. Aynı saftan olmadıkları belliydi. Biri bu sultanın adamıydı. Diğeri de evet karşı sultanın ordusundan olmalıydı. Buradan bir hayır çıkmayacağı belliydi. Merakla dinlemeye koyuldu.
Askerin biri diğerine sultanın stratejisini anlatıyordu. Savaş iyice kızıştıktan sonra sultanın sağ ve sol kanattaki askerlerinin hilal taktiğine döneceklerini, peşine taktıkları orduyu sarp kayalıkların oraya çekince tepedeki okçuları devreye sokacağını anlatıyordu. Yusuf duyduklarına inanamadı. Bu asker bir haindi. Sultanının planını ispiyonluyordu. Şerefsiz haysiyetsiz diye mırıldandı. Yerinde duramadı, çadıra pat diye girdi. Girdi girmesine lakin onu ne gören ne işiten vardı. İspiyoncu askerin yakasından tutmaya çalıştı ama eli sanki bir boşluktaydı. Yüzüne tükürdü askerin, tükürüğü kendi yüzüne gerisin geri geldi yapıştı. Belindeki oku hatırladı. Dün yolda bulduğu oku. Kaldırdı sapladı askere. Saplamaya çalıştı. Olmadı. Adam hâlâ muhbirliğe devam ediyordu. “Rab bu nasıl iştir?” dedi. Çaresiz hissetti. Bunaldı. Terledi.
O esnada çadıra doğru bir gelenin olduğunu fark etti. Koştu saklandı. Saklanmasının beyhude olduğunun yeniden farkına vardı. Gelenin olduğunu anlayan hain, diğer askeri hızla çıkardı çadırdan. Çadırın kapısı aralandı ve yüzü peçeli bir asker içeri girdi. “Çabuk,” dedi diğerine. “Ne oyalanıyorsun? Getirsene şu merhemleri, sargıları. Yaralılar var.” Hain asker toparlamaya başladı merhemleri, bir torbaya doldurdu. “Su uzat hele şuradan!” dedi yeni gelen asker. Çömeldi ve peçesini açtı. Yusuf gözlerine inanamadı. Rahmetli babasıydı bu! Olduğu yerde diz çöktü. Nasıl da aynı duruyordu. Kemiksi yüzü, elleri. Pala bıyıkları. Acı çeker gibi bakan kahverengi gözleri. Oydu işte. “Baba?” Adam duymadı. Kafasına kırbayı dikmeye devam etti.
Bir şey yapmalıydı. Babası gitmeye hazırlanıyordu. Koştu boynuna sarıldı. Sarstı. Yok. Duymuyordu adam. Babasının ona öğrettiği türküyü mırıldanmaya başladı. Memleketlerinin türküsüydü: Emirdağı birbirine ulalı/ Emirdağı birbirine ulalı. Adam duraksadı, Yusuf yüksek sesle devam etti: Altın yüzük parmağına dolalı, gelin dolalı. Adam heyecanla etrafına bakındı. Koşturdu çadırın içinde. Burnun mu büyüdü gelin olalı? Yavaş yavaş gözünün önünde beliren genci görünce duraladı. Gız iken yandığım sen değil misin, gelin sen misin? Aman ya Rabbi! Oğluydu bu. Koştu sarıldı babasına Yusuf. Bir diri bir ölüyü ne kadar özlemişse o kadar. Bir diri bu hayretle, korkuyla, sevinçle karışık histe nasıl olursa öyle sarıldı. Sarıldı babası da. Dünyadan ve içindekilerden umudunu kesmiş bir ölü nasıl sarılırsa öyle.
Vakit yoktu. Hain bu adam, dedi babasına ispiyoncuyu ve ettiklerini anlatarak. Hain! Babası koştu yapıştı adamın yakasına. İyice bir hırpaladı. Tam kılıcıyla kellesini alacaktı ki durdu oğluna baktı. Elindeki oku görmüştü oğlunun. Yayını uzattı Yusuf’a:“Bu hainin kanı sana helaldir, vur aslanım! dedi.
Yusuf ne edeceğini şaşırdı. Babasının ısrarla uzattığı yayı aldı. Oku yerleştirdi kırk yıllık okçular gibi. Adam karşısında yaprak gibi titriyordu. Babasının sesi geliyordu bir taraftan da: “Vur aslanım korkma vur!” Hainse yalvarıyordu: “Yapma yapma uyan yapma. Bak terlemişsin, kalk hadi uyan yapma!”
Yusuf huzursuz kıpırdandı. Sarsıp duruyorlardı onu. Ter içinde kalmıştı. Neden sonra annesiyle babasının sesi birbirine karıştı. Annesinin sesi baskın olmaya başlayınca gözlerini araladı. Karşısında annesini görünce bunun bir düş olduğunu anladı.
Yatağında doğruldu. Terin suyun içinde kalmıştı. Annesi üstünü değiştirmesi için çamaşırlarını getirdi koydu. Saçını okşadı:”Kâbus mu gördün?” dedi. Yusuf babasını gördüğünü hatırladı. Tam babamı gördüm diyecekti ki vazgeçti. Annesinin yüzünü gölgelemek istemedi. “Kâbustu anne,” dedi. “İspiyonculuğun tarihini öğrendiğim bir kâbus. Bıraksaydın şu oku kalbine saplayacaktım hainin.” Gülümsedi annesi: “Aman oğlum, dünyada hain biter mi? Elini kana bulama aman. Kalk kahvaltı yapalım.”
Dünyada neyin bitip neyin bitmeyeceğini bir Allah bilirdi. Mühletin sahibi o değil miydi? Babasını gördüğünü ve ona sarıldığını hatırlayınca burnunun direği sızladı. Mühletin sahibi Allah, ona kavuşmasına ne kadar kalmıştı? Kalktı, bulduğu oku kitaplıktan aldı. Okun üstündeki âyeti aradı. Okudu tekrar: (Oku) attığında da sen atmadın, Allah attı.
Annesi mutfağa geçmiş, emektar radyosunu açmıştı bile. Evin içine bir bozlak doluyordu çay kokusuyla beraber: Emirdağı birbirine ulalı/ Emirdağı birbirine ulalı.
Fatma ÜNSAL
İlgili türkü: İsmail Altunsaray - Emirdağı Birbirine Ulalı