Fatma Ablacığımmm’a;)
Kafasını gökyüzünden indirdi. Gökyüzüne baktığını söylemeye gerek yok çünkü daima gökyüzüne bakardı zaten. Kafasını gökyüzünden indirdiği nadir zamanlar yazılır, söylenir bu yüzden. Ne bulurdu gökyüzünde bilinmez, belki gökyüzüne bakmayanların kalbi daha çabuk kirlenir düsturunca kalbini kirlenmekten korumaya çalışıyordu, belki elleriyle yaptıkları yüzünden karayı ve denizi bozanları görmemek istiyordu, belki de Allah’a ısmarladığı duaların kabulünü bekliyordu -Peygamberinin de dualarını beklerken gökyüzüne baktığını biliyordu.- Hava bulutluydu, yağmur yağma ihtimaline karşı eve dolmuşla döneyim, diye düşündü. Gelmekte olan yetmiş sekiz model Magirus’a el edip durdurdu. Allah’tan çok kalabalık değildi, üç beş yolcu ancak vardı. Bulduğu boş bir koltuğa oturup elden ele şoföre ulaşması için önündeki kişiye parayı uzattığı sırada teypte çalan müzik dikkatini çekti. Ara ara dinlediği güzel parçalardandı, içinden eşlik etti Tek teselliiimm hayalleriim kendi kendimi arıııyoorum…
Dolmuş, iç dekoruyla, vitesteki tesbihiyle, şoförün kıyafetiyle tam bir dolmuştu. Kendini eski Türk filmlerinden birinin içinde gibi hissetti. Arka taraftan bir gencin dayııı müsait bir yerde aaağlen inecaaam, diye bağırmasıyla sıçradı. Neden bu kadar bağırdığını anlayamadı. Genç indi, dolmuş hareket ettikten beş dakika sonra bir kadın bağırdı dur dur duuur! İnecek vaaar. Yahu bu insanlar niye bu kadar bağırıyor, şoför sağır mı, diye düşünürken dolmuşun ön camında asılı bir tabela gördü. Lüüttfeen in-in-eceği-niz yer… Hay Allah gözlükleri lekelenmişti, net okuyamadı, gözlüklerini çıkarıp temizledi, tekrar okudu lütfen ineceğiniz yeri yüksek sesle belirtin. Aksi takdirde sonsuza dek bu dolmuşun yolcusu olmaya hazır olun, yazıyordu. Güldü. Ahahhahahah, diye güldü. Şoför de çılgınmış, diye düşündü.
Camdan dışarı baktı, hava açmıştı. Parça parça bulutlar gökyüzüne ayrı bir güzellik katmıştı yine. Her birine ayrı bir anlam yükledi, ayrı bir şekle benzetti. Fotoğrafını çekip öykü grubuna gönderdi. AC’yi etiketleyip kaplumbağaya benzeyen bulut hangisi söyle bakalım, yazdı yüzünde güller açtıran tebessümüyle gülerek. O, bulutları seyrede dursun yolcular bir bir avazı çıktığı kadar bağırıyor ve dolmuşu yavaş yavaş boşaltıyorlardı. Oturduğu mahalleye girdiklerinde tek yolcu oydu. Yolun kalanını yürüyerek gitmeyi düşünerek inmek istedi. Müsait bir yer… Sesi çıkmıyordu. Boğazını temizledi, tekrar denedi Müsa… yine çıkmadı. Öne ilerledi, şoförün omzuna dokundu, şoför gülerek baktı gözlerine. Bu gülüş? Altında bir şey var gibiydi, şaka mı dese alay mı dese bir şey, ama ne? Bu gözler? Bu gözler de bir yerden tanıdıktı, ama nereden? Yok canım elin dolmuşçusunu nerden tanıyacaktı?
Kardeş, dedi. Bu sefer sesi çıkmıştı. Kardeş biraz önce sesim gitti seslenemedim. Müsait bir yerde inebilir miyim, dedi. Daha çok güldü şoför. Nihahahhahaha, diye güldü, yaşasın kötülük, der gibi. Sinirlendi, kaşlarını çatarak baktı şoföre eyy şoför sen kimsin ya, dedi. Kasketini çıkarınca tanıdı şoförü Ecran’dı bu. Ecran the vandal yürek dediği, çatlak bir arkadaşı. Ne işin var senin burada yaa, dedi. Ekmek parası Fatma Ablacığımmm, dedi Ecran. Neyse Eco, şimdi indir beni, çocuklarım bekliyor. Sonra görüşür, uzun uzun konuşuruz inşallah, dedi. Ecran yine nihahahhaha, diye güldü. Daha çok gaza bastı. İneceğini yüksek sesle söyleyemediğin için sonsuza kadar bizimlesin, dedi. Bağıracaktı Fatma Hoca. -Hoca olduğundan bahsetmemiştik ama iyi bir edebiyat öğretmenidir kendisi. Yüzlerce çiçek yetiştiriyor gelecek için. Güneş oluyor, su oluyor, nefes oluyor onlara. Yüreği güzel, iyi insan olmanın yollarını öğretiyor.- Bağıracaktı ama Ecran önündeki bir butona dokununca yine sesi kısıldı. Demek ki biraz önce de sesini kısan oydu. Daha çok sinirlendi Fatma Hoca. Saygısızlıktı bu. Emrivakiden hiç hoşlanmazdı. Ne yapıyordu bu çılgın? Sertçe dürttü, dur işareti yaptı. Daha çok gaza bastı Ecran. Bulutlara doğru sürdü dolmuşu.
İnanılır gibi değil ama bulutlara sürdü. Hasretle baktığı gökyüzünün tam ortasındaydılar şimdi. Bulutlar yakından çok daha güzeldi. Harflere benziyordu bazıları. K harfini gördü önce. Fotoğraf çekti bir sürü. O sırada çocukları geldi aklına Yusufçuk, annee, diye ağlıyor olabilirdi. Eşine telefon etmek istedi, telefon çekmiyordu. Yeniden sinirlendi. Ters ters baktı şoföre. Şoför önündeki küçük ekranı açtı ve Fatma Hoca’nın eşiyle çocukları göründü ekranda. Eşi iyi bir matematikçi olduğu için çocuklarına içler dışlar çarpımını anlatarak onları oyalamaya çalışıyordu. Çocuklar matematiğin verdiği etkiyle çoktan uyku belirtileri göstermeye başlamışlardı. Tekrar dışarı baktı Fatma Hoca, harfe benzeyen bulutlar kelimelere dönüşmüşlerdi. Köroğlu Öykü Atölyesi yazıyordu. Şok oldu.
Dolmuş durdu. Sısssss, diye kapıları açıldı. İki at geldi. Kanatlı atlar. Birinin yakasında -evet, yakasında. Çünkü atlar takım elbiseliydi- Görklü yazıyordu. Bu Fatma Hocanın atıydı. Atını hemen tanıdı. Aylar önce bir öğrencisi resmini çizmişti, ismini Fatma Hoca koymuştu, ruhunu, ömrünü ve kanatlarını da Allah vermişti. Beyaz olan, yakasında Bozok66 yazan at da Ecran’ındı. Bindiler atlarına, bulutlardan bir şehre girdiler. Şehrin bir tarafında saat kulesi bir tarafında çamlık vardı. Herkes buradaydı. İleride iki taht vardı, birisinde Köroğlu imparatorluğunun kralı Emre Hoca oturuyor diğerinde kraliçesi Elif Sena Hanım oturuyordu. Ellerinde birer klavye canla başla bir şeyler yazıyorlardı. Önlerindeki sıralarda atölye üyeleri oturuyordu ve onlar da bir şeyler yazıyorlardı. Sıraları görünce kendini tutamayıp yoklama almaya başladı Fatma Hoca. Melike Sülev Aydın, Noğman ve UyĞur Hacerler, Sayın Dib Emine Genç, Alime Büşra İnce, Özge Korkmaz, Ayşenur Önler, Elif Ezgi Bektaş, AC & Ayşur, Rabia Bayazıt, Fatma Dursun, Yakup Karahan, Tuğçe Asiye Ballı, Zeynep Şahin, Rabia Hilal Bilgin, Beyza Öztürk, Beyza Betül Özcan, Büşra Baysal, Feyzanur Çalık, Gözde Yılmaz, Yasemin Horzum, Havva Gök… isimlerini yazamadığımız daha niceleri. Herkes buradaydı, bir kişi hariç. Atölyenin abisi Ahmet abi yoktu. Sağa sola baktı görmek için göremedi. Sonra ileride, ayın yanında bir adam ve bir çocuk silüeti gördü. Yanlarına gitti Ahmet abi ve kızı Hale’ydi bu silüetin sahipleri. Renkli kalemlerle ayın etrafına haleler çiziyorlardı. Selam verdi, abi herkes bir şeyler yazıyor, sen?... dedi. Ahmet abi, bana ne edebiyattan, deyip haleler çizmeye devam etti.
Fatma Hoca diğerlerinin yanına döndü, ne yazdıklarını sordu. Emre Hoca, öykü yazıyoruz tabii ki. Kelimeler; Gökyüzü, Ay, Dolmuş. Ek zorluk; Dünyayı kurtarmak. Görev bitmeden de yeryüzüne dönmeyeceksiniz, deyince, Fatma Hoca Hocam bu nasıl ek zorluk? dedi. Ee, ne zorluk verdiysem yaptınız. Ben de nihayet yapamayacağınız bir zorluk buldum, dedi Emre Hoca puhahhahahhaa diye gülerek. Fatma Hoca’nın nefesi kesildi, başı döndü, dizlerinin bağı çözüldü, yığılıp kaldı. Dünyayı kurtarmak mı? Yazarak? Dünyayı kurtar… Dünyayı… Dünya… Dün…
E. Ecran Çeliksu