Sahnedeyim. Tüm ışıklar üzerime doğrulmuş halde. Işık gözlerimi o denli alıyor ki ne sahne dekorları ne seyircilerin yüzleri ne de diğer oyuncular… Hiçbir şey göremiyorum. Oyunculuk, tiyatro, sahne bunlar yabancı bana. Yalan bile söyleyemeyen bir adamım. Nereden geldim buraya?
Birden rolümü hatırlıyorum. Doğru ya büyük bir savaşın ortasında zor durumda kalmış bir komutanım şu anda. Astlarım önümde, talimatlarımı bekliyorlar. Kısılmış gözlerimi çevremdeki insanların yüzlerinde gezdiriyorum. Gözlerindeki korkuyu görünce içime bir cesaret doluyor. Çözüm, gün gibi açık bir halde zihnimde beliriyor:
-Gece olmasını bekleyelim. Zayıf noktaları biliyoruz. Doğru zamanda saldırarak durumu lehimize çevirebiliriz.
Emrimi alanlar harekete geçiyor. Selam verip sahne arkasına dönüyorlar. Arkalarından bakarken şimdi ne olacağını merak ediyorum.
Birden önümdeki perdenin kapanmasıyla dünyaya dönüyorum. Yanımdan geçen otuzlarında bir kadın “Çok iyiydi Hasan,” diyor “provalardan bile daha iyiydi.” Benim adım neydi diye düşünüyorum bir anlığına. Tüm bu olan bitenler kafamı karıştırıyor. Sonra adımı hatırlıyorum. Küçüklüğümüzden beri bizi karıştıran herkese aynı ses tonuyla söylediğim cümleyi söylemek için “Ben Hasan değilim, Hüseyin’im” demek için etrafıma bakıyorum ama kadını göremiyorum. Sonra söylemememin daha iyi olduğunu fark ediyorum. Buradaki en büyük rolüm Hasan olmak.
Perde tekrar açılmadan sahne arkasına geçiyorum. Ellerim çenemde, düşman hatlarına gece vakti yapılan saldırıyı izliyorum. Başaracaklar mı acaba? Başaramayacaklar, biliyorum. Yine de heyecandan yerimde duramıyorum. Başaramazlarsa ne olacak? Ne yapacağız? Bu bizim son şansımız. Şu anda başarılı olamazsak daha fazla direnemeyiz. Peki o zaman? Elimizde ne seçenekler var? Kendimi sahnede yaşananlardan koparamıyorum. Defalarca provasını izlediğim sahneyi ilk defa görüyor gibiyim. Yapılan her hareketi dikkatle inceliyorum. Arada bir yanlış tarafa atılan bir adımı ya da sahnenin duygusundan koptuğunu hissettiğim bir oyuncuyu görünce gerçekliğe döner gibi oluyorum.
Askerlerin başarısızlığıyla sahne kapanıyor. Duygusal anlar yaşanmış. Kapanan perdenin arasından bazı izleyicilerin çantalarından peçete çıkarmaya çalıştıklarını görüyorum. Birazdan ben sahneye çıktığımda ve ilerleyen sahnelerde rolümü oynadığımda yüzlerinde oluşacak ifadeyi hayal etmeye çalışıyorum. Belki o an göremeyeceğim ama hayali hoşuma gidiyor. Hasan bana bu duyguyu anlattığında anlamadığım için kendime gülüyorum. Buraya çıkmaya mecbur kalınca birden tüm o hisler anlaşılabilir oluyor; girilen roller, söylenen replikler, yansıtılan duygular dünyanın en olağan şeyiymiş gibi geliyor. Bunları düşünürken sıranın bana geldiğini fark ediyorum.
Sahnedeyim. Ellerim arkada. Odayı bir aşağı bir yukarı arşınlıyorum. Umutsuzluğum adımlarıma yansıyor. Bunu yansıtmak için özel bir çaba harcamıyorum bile. Biraz sonra kapım çalıyor. Tanımadığım bir adam içeriye giriyor. Üniformasına bakılırsa… Kimi kandırıyorum, ne anlarım ben üniformadan? Yine de bana haberi getirecek kişinin o olduğunu ve bir şekilde benim astım olduğunu anlayabiliyorum. Kötü haberi verirken suratıma bakamıyor. Bakmaması daha iyi. Onun acısını da yüklenmek istemiyorum. Haberi aldıktan sonra düşünmek için biraz yalnız kalmak istediğimi söylüyorum. Tekrardan odayı arşınlamaya başlıyorum. Bu sefer aldığım haberin ağırlığıyla belim bükülmüş. Perde kapanıyor.
Evrak çantama eşyalarımı yerleştirirken perde tekrar açılıyor. Herkesin ilk bakışta ne yapmak üzere olduğumu anladığını biliyorum. Belki beni kınıyorlar. “Ne onursuz bir adam,” diyorlar “bir komutan askerlerini böyle yüzüstü bırakır mı?” Belki de içten içe hak veriyorlar bana. Ama ne dedikleri umurumda değil. Ben yaşamak istiyorum. Bunu içeriye giren dostuma da söylüyorum haykırarak. “Ne düşündüğün gram umurumda değil!” diyorum. “Yapılacak hiçbir şey yok ve bunu sen de biliyorsun. Zaten hiçbir zaman bir parçası olmak istemedim bu hayatın. Beni siz zorladınız. Şimdi de istemediğim bir hayat uğruna ölmeyeceğim. İsteyen istediğini söylesin.”
Gözlerindeki tiksintiyi görüyorum. “İyi bir oyuncu” diye geçiriyorum içimden. Sadece birkaç saniye sürüyor bu. “Zavallının tekisin.” diyor. “ Omuz omuza savaşırken ölmenin onurunu kaldıramayacağını biliyordum zaten. Korkak.” Konuşurken tükürüklerinin yüzüme çarpışını hissediyorum. Hak ettiğimi biliyorum. Bu sözleri de, yüzüme tükürülmesini de. Yine de umrumda değil. Saatler gibi gelen birkaç saniye boyunca hiçbir şey söylemeden yüzüne bakıyorum. Sonra evrak çantamı elime alıp sessizce sahneyi terk ediyorum.
Oyunun sonunda tüm ekip selamımızı vermek için sahne arkasında bekliyoruz. Hasan’ın provalarından tanıdığım tiyatro hocası yanıma geliyor. “Oyunculuğunu çok beğendiler.” diyor. “Daha büyük oyunlar için önün açık artık. İzleyiciler arasında Neriman Hanım’ı gördün mü? Gözlerini senden ayıramadı resmen. Hakkı da var. Bu sefer oyunculuğun hiç görmediğim kadar iyiydi. Bir üst seviyeye çıkardın sahneleri...” Tiyatro hocası konuşmaya devam ederken kulaklarım uğuldamaya başlıyor. “Daha büyük oyunlar”, “önün açık”, “bundan sonra”... Ama bunun benim için son olduğunu düşünüyorum. Kardeşim hastaydı ve kariyerinin mahvolmasını engellemek için yerine geçtim. Bu kadar. Tüm o roller, sahne ışıkları, alkışlar, adrenalin… Benim hayatıma çok uzak.
Hocamın sırtıma hafifçe vurmasıyla kendime geliyorum. Selam vermek ve kısa bir konuşma yapmak için sahneye çağrılıyorum: “Tiyatro ekibimizin geleneksel oyun sonu konuşmasını yapmak üzere başrolümüz Hasan Demirci’yi alkışlarınızla sahneye davet ediyorum.”
Sahneye çıkıp mikrofonu elime alıyorum. ”Hüseyin Demirci” diyorum. “Hasan değil, Hüseyin. Hasan Demirci bugün hastalığından dolayı aramıza katılamadı. Onun yerine ikiz kardeşi olarak rolü ben üstlendim.” Sahne hayatım da ailemden kopuşum da böyle başlıyor.