Beş - altı - yedi. Tam yedi tane deniz kabuğu saydım. İlk bakışta denizden bu kadar uzakta deniz kabuğu olması saçma geldi. Elbette makul bir nedeni olmalı. Belki de sahilde kumdan kale yapmaya giden çocuklar o çocuksu hevesleriyle deniz kabuklarını toplayıp yine o çocuksu maymun iştahlılıklarıyla eve götürmekten vazgeçtiler. Ya da deniz kabuğu koleksiyonunda sadece nadide parçalar bulunmasını isteyen bir hanfendi (belki de beyfendidir, cinsiyetçiliğim mazur görülsün lütfen) bu sıradan görünüşlü deniz kabuklarını –nedense tam da bu noktaya- bırakmaya karar verdi.
Her şeyin makul bir nedeni olmalı çünkü. Ya da en azından ben; olması gerektiğine inanarak büyüdüm. Belki de bazı şeylerin hiçbir makul nedeni yoktur ve bu nedeni bulmaya çalışmak beyhudedir. Kendimi buna ikna etmem gerekiyor. Yoksa; yanımda sadece bir sünger yatakla, ne yapacağımı bilmeden, bir bankta oturuyor olmamın “makul nedenini” bulmaya çalışırken kafayı yiyeceğim.
İçine girdiğim saçma olaylar silsilesini hakkıyla anlatabilmem için bundan yedi ay önce hayatıma giren bir kadından bahsetmem lazım sanırım size. O güne dair hiçbir sıra dışı kayıt yok zihnimde. Sıradan bir sabah, sıradan yolculuklar, sıradan işler, sıradan müşteriler ve sonra “o”. Onu odaya girer girmez fark ettiğimi iddia etmeyeceğim. Bir müşterinin hesap açma işlemleriyle uğraşıyordum sanırım. Belki de hesabından yüklü bir meblağ çekmek isteyen bir müşteriye: “Bu kadar fazla para çekeceğiniz zaman öncesinde bilgilendirme yapmanız daha iyi olur” diyordum. Bilmiyorum.
Tam önüme oturup –muhtemelen- ürkek gözlerle beni incelemeye başladığında da onu fark etmedim. Bir müşterinin yüzüne bakmam için, her gün onlarcasını gördüğüm ve işlemi bittikten sonra sonsuza kadar sildiğim yüzlerden biri olması için, önce sırasının gelmesi gerekiyordu. Tabii, onun yüzünü unutacağımdan değil.
Neyse, konuyu dağıtmayalım. Sıra ona geldiğinde oldukça yavaş adımlarla yanıma yaklaştı. O kadar yavaştı ki neredeyse bir sonraki müşterinin numarasını yansıtacaktım ekrana. Ama o yetişti. Sabırsızlıkla bakışlarımı gözlerine çevirip “İşleminiz neydi?” diye sorduğumda geriye doğru ufak bir adım attığını gördüm. Ama sonra nedense cesaretini topladı. “Mustafa Bey, değil mi?” dedi. “Size gelmemi söylediler.”
Tuhaf bir andı. Önce ne söyleyeceğimi bilemedim. Zihnimden bir sürü soru geçti. Kimdi bu kadın? Neden bana gelmesini söylemişlerdi? Kim bana gelmesini söylemişti? Madem bana göndermişlerdi neden direkt yanıma gelmek yerine sıra numarası almıştı? Bu cevapları kendi kendime cevaplayamayacağım için kadına sormam gerekiyordu. Tam ağzımı açıp soruları sıralayacaktım ki kadın söze girdi. “Adım Elif. Zeynep teyzenin yeğeniyim ben. Sizin yan komşunuzmuş sanırım. Benim bir hastalığım var. Tedavisi için para gerekiyor. Ailemin durumu da pek iyi değil. Zeynep teyzenin durumunu da siz biliyorsunuzdur. Mustafa Bey bilir dediler. Ona bir sor dediler. Ben de son çare size geldim.” Bütün bunları kesik kesik, nefes almakta zorlanır gibi söylemişti. Son cümlesini söylediğinde elini aramızdaki masaya dayayıp derin derin birkaç nefes aldı.
Nedenini hâlâ bilmiyorum, ama o günün geri kalanı için patronumdan -yalvar yakar- izin aldım ve durumunu detaylı bir şekilde konuşmak için Elif’i sahil kenarındaki güzel bir kafeye götürdüm. Belki onu ilk andan itibaren beğenmiştim ya da o hasta hâline o zamana kadar kimseye acımadığım kadar acımıştım belki de tüm yaptıklarım bir güç göstergesinden ibaretti. Dediğim gibi, bilmiyorum. Bilsem de bir şey fark etmezdi herhalde. Karşıma oturup bana hikâyesini anlattığında; yüzleştiği zorluklardan, hastalığından, ailesinden bahsederken kaçırdığı gözlerini arada bir de olsa gözlerime çevirdiğinde, hangi nedenden olursa olsun tamamen etkisi altına girmiştim. Ona yardım etmek istiyordum. Birine yardım etmeyi bu kadar istediğimi hatırlamıyorum. Makul bir nedeni olmayan bir şey daha işte.
Ameliyatını olabilmesi için yüklü bir miktar kredi çekmek istiyordu. Ama hiçbir banka bunu kabul etmiyordu. Öğretmenlik okumuştu fakat hastalığından dolayı bir süredir çalışamıyordu. Bu nedenle düzenli bir geliri yoktu. Ne ailesinin ne de kendisinin herhangi bir mülkü de yoktu. Bankaların işleyişini bildiğim için paranın verilmemesini anlıyordum ancak bu durumdaki bir insanın nasıl olup da ortada bırakıldığını anlayamıyordum.
O gün Elif’le uzun uzun önce durumundan sonra yapılabileceklerinden konuştuk. Ona neden elimden hiçbir şey gelmeyeceğini anlattım. Hayal kırıklığını yüzünden okuyabiliyordum. Bir an masadan kalkacağını düşündüm. Ama bunu yapmadı. Yüzüne masum bir gülümseme yerleştirip bambaşka konular açmaya, benimle muhabbet etmeye başladı. Sanki o masada her şey konuşuldu ve yine sanki hiçbir şey konuşulmadı. Sanki yıllardır onu tanıyordum ve sanki ömrümde ne onu ne de onun gibisini görmemiştim.
Dengem altüst olmuştu. O günden sonra her gün uyandığım andan kendimi zorla uykunun kollarına bıraktığım ana kadar zihnimde Elif vardı. Ona yardım etmek, tüm dertlerine bir çözüm bulmak, tekrar sağlığına kavuşturmak istiyordum. Bir yandan da sürekli mesajlaşıyor, aklımıza gelen her türlü konudan konuşmaya devam ediyorduk. Sürekli mesajlaşmalar ve arada bir buluşmalarla geçen bir ayın sonunda bir gece Elif’in acilen hastaneye kaldırıldığını öğrendim. Akşam boyunca mesajlarıma cevap vermemiş, aramalarıma dönmemişti. İş yerimden bir izin daha alıp Zeynep teyzenin yanına gitme planları kuruyorken Elif’ten mesaj geldi.
Gece hastalığı çok ağırlaşmış, nefes alamaz hâle gelmişti. Hastaneye biraz daha geç kalsa kurtulamama ihtimali vardı. Yanına gitmek istesem de kabul etmedi. Sonraki gün Zeynep teyzelere geçeceğini, oraya gidebileceğimi söyledi. Ben de öyle yaptım. Yanına gittiğimde ilk fark ettiğim şey çok solgun görünüyor oluşuydu. Gözlerinin altı da yorgunluktan çökmüştü. Onu bu halde gördüğüm an ona yardım etmekten başka bir çarem olmadığını anlamıştım.
Sonraki gün ilk işim kredi çekmek oldu. Tüm mal varlığımı teminat göstererek gereken paraya çok yakın bir meblağ kredi aldım. Kalanını da en kısa zamanda bulacaktım. Elif’e bundan bahsettiğim anı hiç unutamıyorum. Ne yapacağını bilmez halde birkaç dakika yüzüme bakakalmış sonra ağlayarak odadan çıkmıştı. Geri döndüğünde gözlerinde derin bir minnettarlık ve büyük bir mutluluk okunuyordu. Bana defalarca teşekkür etti ve ekledi: ameliyattan sonra hepsini geri ödeyeceğini, çok çalışacağını, her zaman bana minnettar olacağını…
Tabii, şu anda yanımda bir yer yatağıyla bankta oturuyor olmamın bunların hiçbirinin gerçekleşemediği anlamına geldiğini biliyorsunuzdur. Belki zihninizde nedenine dair tahminler de vardır. Ama gerçek, tahminlerden -en azından benim tahminlerimden- öte oldu. O masum, ürkek, nahif, hasta kız… Bir dolandırıcı çıktı.
Tüm mal varlığımı ortaya koyarak çektiğim krediyi ona iletmemden birkaç gün sonra, ameliyata gireceği tarihin belli olduğuna dair haberi heyecanla beklerken, yan komşumdan Zeynep teyzenin taşındığı haberini aldım. Apar topar. Neredeyse hiçbir şeyini yanına almadan. Yangından mal kaçırır gibi. Haber aldığımda Elif’le birkaç gündür çok nadir mesajlaşabiliyorduk. Hastanede yoğun muayenelerden geçtiği için bana yazamadığını sanıyordum. Meğerse o sırada kaçış planları yapıyormuş.
Bundan sonrasını tahmin edebilirsiniz. Büyük şoklar, çözüm getirmeyen hukuki yollar, ödenemeyen borçlar… Ve yanında sadece yer yatağıyla evinden çıkarılan ben. Zihnimdeyse yerdeki deniz kabukları. Sahi, buraya nasıl geldiler?