Kurgu İle Gerçek Arasında

Hacer Uyğur

İyilik Bulaşıcıdır

O gün okul çıkışında her zaman kullandığım yol yerine farklı bir yoldan gitmek istemiştim. Bu yolu genelde daha uzun olduğu için kullanmazdım. Ama canım biraz daha gezinmek istediğinde ya da köprünün altından gürül gürül akan “Deliçay”ı görmek istediğimde gelebileceğim bir yer olduğunu bilmek hoşuma giderdi. O gün de hemen eve gitmek yerine biraz gezinmek istemiştim sanırım.

Kısa bir süre sonra bu tercihimden pişman oldum. Hava buz gibiydi. Güneş batmaya yaklaştığı için her geçen dakika daha da soğuk oluyordu. Bir ara geri dönmeyi düşünsem de bunun yolu daha da uzatacağını düşünüp vazgeçtim. Onun yerine adımlarımı hızlandırdım. Bir an önce eve varmak istiyordum artık.

Köprüye vardığımda Deliçay’a bakmak için boynumu biraz yukarı kaldırdım. O sırada onu gördüm. Küçücük bir çocuk. Sırtını köprünün kenarına dayamış, üstündeki ceketle bacaklarını da kapatabilmek için iyice büzülmüş, oturuyordu. Dikkatsiz bir gözden kaçabilecek kadar küçük bir hâle gelmişti. Daha da kötüsü; ayaklarında hiçbir şey yoktu.

Bu halini görünce içimin sızladığını hissettim. Bir şeyler yapmam gerekiyordu. Ama ne yapabilirdim? Henüz öğrenci olduğum için pek param yoktu. Ve genellikle bu çocuklara verdiğimiz paranın onlarda kalmadığını, ben para versem yarın yine bu şekilde dışarıya çıkacağını biliyordum. Onda kalacak bir şeyler vermem gerekiyordu. Hiç yoktan ayaklarının ısınması için bir çorap verebilirdim.

Bu fikir hoşuma gitmişti. Hem beni zorlayacak bir şey değildi hem de çocuğun ayakları daha fazla üşümeyecekti. Hızla eve koştum. En kalın çorabımı alıp koşarak çocuğun yanına döndüm. Önce konuşup ona çorabı vermeye çalıştım ama yavrucağız o kadar üşümüştü ki başını kaldırıp bana bakamıyordu bile. Ben de yere oturup ellerimle çorabı giydirmeye giriştim.

Tam o sırada yanımızda bir araba durdu. Başımı kaldırıp arabanın açılan camına baktım. Orta yaşlarda bir adam başını camdan uzatıp bana baktı. “Burada bekle” dedi ve gitti. Arabanın ardından bakakalmıştım. Bu neydi şimdi? Nereye gidiyordu? Neden beklememi istemişti? Yoksa çocukları kaçırıp çalıştıran adamlardan biri miydi? Çocuğa çorap vermem onu sinirlendirmiş miydi? Ya da…

Aklımda binbir soru dönüyordu. Ama tuhaf bir şekilde orada durmaya devam ediyordum. Artık üşümüyordum da. Tüm bu adrenalin ısınmamı sağlamıştı. On - on beş dakika sonra aynı araba -bu sefer diğer taraftan- geldi ve önümüzde durdu. Az önce gördüğüm adam arabadan indi. Ellerinde bir çift çocuk ayakkabısı vardı.

_________________________________________________________________________

Hızır Gibi Gelen

Bundan yaklaşık üç sene önceydi. Bir katliamda vefat edenlerin anısına her sene düzenlenen bir yürüyüşe katılmıştım. Dağ bayır demeden yaklaşık seksen kilometreyi üç günde yürümemiz gerekiyordu. Zamanında katliamdan kaçan insanların geçtiği yollarda yürüyorduk. Geceleri çadırda kalıyor, yanımızda taşıdığımız konserve yiyeceklerden yiyorduk.

Yürüyüşün üçüncü günüydü. İlk iki günü zor bela atlatmıştım ama vücudumun dayanma sınırlarına yaklaştığımı da hissedebiliyordum. Yanımda taşıdığım kas gevşetici krem ve ilaçlar artık etkisiz kalmaya başlamıştı. Konserve et midemi bulandırdığı için günlerdir pek bir şey de yememiştim. Ve yanımda, son durduğumuz bir yerde dağıtılan limonlu sudan başka içecek bir şey yoktu.

Tüm bunlar attığım her adımla beraber bacağımdan vücuduma yayılan ağrıyı ve tansiyonumun düşmesini açıklamaya yeter sanırım. Sürekli grubun arkasında kalıyordum, yolun sonunun gelmeyeceğinden endişelenmeye başlıyordum. Bir noktadan sonra daha fazla dayanamayacağımı hissettim. Kontrol edilemez bir ağlama krizine girmiştim. Arkadaşlarım sorunu anlamaya çalışıyorlardı ama konuşabilecek durumda değildim. Birinden yüzüme su atmasını istediğimi hatırlıyorum. Biraz sakinleştiğimde bacaklarıma kas gevşetici sürebilmem için etrafımı kapattılar ama ne kadar sürersem süreyim etki edecek gibi değildi.

Tam o sırada “o” geldi. Başında öylesine atılmış gibi görünen beyaz bir şal vardı. Bizim ayakkabılarımızla zor yürüdüğümüz yolu yalın ayak yürüyordu. Bizimki gibi dağ yürüyüşlerine özel alınmış bir baston yerine bir ağacın dalını kullanıyordu. Ve sanki önüne seksen kilometre daha yol çıkarsak onu da yürüyebilecek gibi dinç görünüyordu.

Selam verip ne olduğunu sordu. Arkadaşlarımdan biri İngilizce olarak durumu anlattı. Arkadaşım konuşmayı bitirince yanıma gelip bacağıma masaj yaparak dualar okumaya başladı. Bana kas gevşeticinin işe yaramayacağını, onun bitkilerle bana yardımcı olabileceğini söyledi. Ne yazık ki gerekli bitkiler yanında yoktu. Ve grubu yöneten kişi bir an önce ilerlememiz gerektiği konusunda ısrarcıydı. Bir süre biz önde o arkada ilerledik. Sonra bana seslendi. Bacağıma iyi gelecek bir yapraktan toplamıştı. Yakınlarda bir ev vardı. Oraya gidip yaprakla bacağımı sarmak istiyordu. Çaresiz bir durumdaydım. En kötü ihtimalle biraz dinlenmiş olacağımı düşünüp teklifini kabul ettim ve grubu ikna ettim.

Tedavi yapılırken ev sahipleri ve arkadaşlarım etrafımızda bizi izliyorlardı. O, yine dualar okuyarak, bacağımı sarıyordu. İşini bitirdiğinde bana bir bardak da şekerli su verilmesini rica etti. Tüm bunlar olurken ona bazı sorular sormuştuk. -Kimdi? (Allah’ın bir kulu) Nereden gelmişti? (Allah’tan gelmişti, ona gidiyordu)- Ama hakkında neredeyse hiçbir şey öğrenemedik.

Yürüyüşe dönmeden önce yanına gittim. Teşekkür ettim. “Size dua edeceğim.” dedim. Gözleri dolu dolu bana baktı. “Bana değil, kızıma et,” dedi “o şimdi cennette”. Ve onun hakkında bildiğim tek şeyi böylece öğrenmiş oldum.

_________________________________________________________________________

Kaçan Kovalanır

Arkadaşlarımla otururken zamanın nasıl geçtiğini fark etmemiştim. Zaten saat başı geçen otobüsün sonuncusunu da kaçırdığım için ne yapacağımı bilmez halde telefonumdan gidiş yollarını inceledim. En iyi yol metroyu kullanıp kalan yolu yürümek gibi görünüyordu. Taksiyle de olabilirdi tabii ama taksiye verilecek parayı düşününce yirmi dakika yürümek gözüme hoş görünmüştü.

Son metroyu ucu ucuna yakaladım. İndiğim durakta da tuhaf bir ıssızlık vardı. İstanbul’un her saatte canlı olmasına alışık olduğumdan bu ıssızlık beni rahatsız etmişti. Her zaman yaptığım gibi korkuya izin vermek yerine onu görmezden gelmeyi seçtim. Kulaklığımı takıp telefonumdan son ses bir şarkı açtım. Rastgele bir şarkı. Adına bile bakmadım. Kulağıma dolan yüksek ses ıssızlığı bölünce rahatladım.

Yürüdükçe zihnimin açıldığını hissediyordum. Arkadaşlarımla konuştuğumuz konular, hepimizin hayatındaki tuhaf değişiklikler, iletişimimizin farklılaşması… Sonra yarın yapacağım işler, bu akşamdan zaman ayarı kurup göndermem gereken mail…

Birden acıktığımı hissettim. Cebimde arkadaşımın verdiği çikolata vardı. Elimi cebime atıp çikolatayı buldum ve birkaç lokmada tamamını bitirdim. Paketini çöpe atmak için elimde bekletiyordum. Bir yandan da çöp kovası var mı diye etrafa bakınıyordum. İşte o zaman onu gördüm. Uzun boylu, siyahlar içinde bir adam. Hızla bana doğru geliyordu. Hatta koşuyor gibiydi. Kalbim anında deli gibi atmaya başlamıştı. Vücudumun tamamı bir kalpten oluşuyordu sanki. Kulaklığımdaki şarkının ritmine uyum sağlayan bir kalp. Ve sonunda ona uyum sağlayan bacaklar.

Tüm gücümle koşuyordum. Göz ucuyla adama doğru baktığımda koşmaya devam ettiğini gördüm. Bir elini yumruk yaparak havaya kaldırmış kararlı bir ifadeyle bana bakıyordu ve hızla koşuyordu. Ve sanki… bir şey söylüyordu. Sonunda kulaklığımı indirmek aklıma geldiğinde adam bana oldukça yakındı. On metre kadar ilerimde durdu ve nefes nefese:

“Hanımefendi,” dedi “cüzdanınızı düşürdünüz.”

________________________________________________________________________