Kaybolan Yıl

Emine Ecran Şenel

Uzunluktan dolayı özür dilerim:)

Kaybolan Yıl

Sabah gözlerini açar açmaz takvime koştu. Dünün yaprağını yırtıp attı. Doğum günüydü bugün. Otuz yaşına girecekti. Mutluydu. Sendrom falan yoktu. Her yaşın ayrı bir güzelliği var diye düşünüyordu. Öyle ki ilkokul çağındaki bir çocuğun, büyümek için liseye geçmeyi beklemesi, lise çağındaki bir gencin özgür olmak için üniversiteye geçmeyi beklemesi gibi son yıllarda otuz yaşını heyecanla bekler olmuştu. Sanki küçük bir kız çocuğuydu da otuz yaşına girdiğinde büyüyecekti. Takvimde yazanları sesli olarak okudu. On yedi haziran iki bin yirmi ü… iki mi? İki bin yirmi üç olması gerekiyordu. Yırttığı takvim yaprağına baktı on altı haziran iki bin yirmi üç. Gelecek günlerin yapraklarına baktı, hepsinde iki bin yirmi iki yazıyordu. Basım hatası olmuş herhalde, diye düşündü. Bu düşünce onu rahatlatmadı. İçine bir kurt düşmüş, kıvıl kıvıl oynuyordu. Telefonunun takvimine baktı, on yedi haziran iki bin yirmi ikiyi gösteriyordu. Nasıl olurdu bu? Adı gibi emindi, iki bin yirmi iki biteli yarım sene olmuştu.

O esnada telefonu çaldı. Arayan en yakın arkadaşı Demet’ti. Doğum gününü dışarıda kutlamayı teklif ediyordu. Tıpkı geçen sene olduğu gibi. Aynı mekânın ismini söylüyordu. Aynı planı anlatıyordu. Arkadaşına bir şeyler demek, olanları anlatmak istedi, yapamadı. “Yaa ne gerek var,” dedi gayriihtiyari. Arkadaşı ısrar edince kabul etti, tıpkı geçen seneki gibi.

Telefonu kapattı. Kötü bir kâbus gördüğünü, henüz uykudan tam olarak ayılamadığını düşündü. Telefonu bıraktı, takvime bakmadı, hiçbir şey düşünmek istemedi. Elini yüzünü yıkayıp kahvaltı hazırladı. Her şey normalmiş gibi davranmaya çalışarak kahvaltısını yapmak istedi. Mümkün değildi, içi içini yiyordu. Kalktı ve hazırlanmaya koyuldu. Geçen sene doğum gününde hangi kombini giydiğini anımsamaya çalıştı. Aynısını giymemeye karar verdi. Düşündü, düşündü. Hatırlayamadı. Fotoğraflara bakmak istedi. Telefonunda geçen seneye dair hiç fotoğraf yoktu. Yeniden takvime baktı hâlâ iki bin yirmi ikiyi gösteriyordu. Neler oluyor, diye düşünmek istemedi. Aklının gücü düşünmeye yetmeyecek diye korkuyordu. Giyindi. Evden çıktı. Ürkek adımlarla kararlaştırdıkları kafeye doğru ilerledi. Yolda mendil satan bir çocuktan mendil alınca hatırladı geçen sene de aynı çocuktan aynı yerde mendil aldığını. Düşünmek istemedi. Adımlarını hızlandırdı.

Kafeye girdiğinde çalan şarkı en sevdiği şarkıydı. Hemen mırıldanmaya başladı. Önce denk geldi sandı sonra onu bekleyen arkadaşlarını görünce doğum günü olduğu için bu şarkıyı ona özel çaldırdıklarını anladı. Geçen sene de böyle olmuştu. İçindeki tedirginliği bastırıp sahte bir neşeyle arkadaşlarının yanına gitti. Bundan sonraki bütün sahneleri biliyordu. Biraz sonra masalarına gelecek olan garsonun tipini bile hatırlıyordu. Doğum günü pastasının şeklini, masaya gelene kadar maytabın sönmüş olacağını, mumların rengini, karşı masadaki çiftin pasta kesilene kadar kendilerini seyredeceğini, masadan kalkana kadar arkadaşlarıyla neler konuşacaklarını, her şeyi dün gibi hatırlıyordu. Üstünde yirmi dokuz yazan pasta geldi. Otuz yaşına ayak basacağı gün yanlışlıkla geri adım atmış gibi yeniden yirmi dokuz yaşına girdi.

Hatırladığı sahneler tek tek gerçekleşti. Arkadaşlarının yüzlerine dikkatle baktı. Onların da bu sahneleri hatırladığına dair tek bir emare göremedi yüzlerinde. Hepsi son derece neşeliydi. Deliriyor muyum, cinleniyor muyum diye düşünecekti, düşünmek istemedi.

Buradan ayrıldıktan sonra Demet’le beraber kendi evine gideceklerdi -geçen seneden biliyordu.- O zaman onunla konuşabilirdi. Ya inanmazsa, diye düşündü. Düne ait olan takvim yaprağını atmadığını hatırlayınca bir nebze rahatladı. Arkadaşları bir şeyler anlatıyor, anlatılanlar karşısında bazen şaşırıyor, bazen üzülüyor, bazen kahkahalara boğuluyorlardı. O, önceden bildiği bu konular karşısında hiçbir tepki veremiyordu. Beyni karıncalandı, midesi bulandı, kulakları uğuldadı. Müsaade isteyip lavaboya gitti. Elini yüzünü yıkadı. Aynada dikkatle yüzüne baktı. Geçen sene de tam bu vakitler lavaboya gittiğini hatırlayınca ürktü, hızla çıktı lavabodan. Derin nefesler alarak sakinleşmeye çalıştı. Beş dakika sonra kalkacaklardı zaten. Kimseye bir şey çaktırmamalıyım, diye düşündü.

Kafeden çıktıktan sonra Demet’le birlikte yürürken geçen sene ağustos ayında hayatını kaybeden komşusu Naime Hanım’ı gördüler. Bu kadarı da fazlaydı, kalbi sıkıştı, başı zonklamaya başladı. Aklı çıkıp kaçmak istiyordu sanki. Aklına mukayyet olmaya çalıştı. Naime Hanım yanlarına gelip selam verdi, hâl hatır sordu. Hızlı hızlı cevapladı Naime Hanım’ın sorularını ve hemen vedalaşıp ayrıldılar. Demet, nihayet bir sorun olduğunu anlamıştı. “Neyin var Dilek?” diye sordu. Arkadaşına cevap vermedi. Koluna girdi ve daha hızlı adımlarla yürümeye başladı. Eve girer girmez sabah yırttığı takvim yaprağını buldu, arkadaşına gösterdi. Demet, ne demeye çalıştığını anlamadı, kaşlarını çatarak baktı. Konuşmaya, açıklama yapmaya mecali yoktu. Birden ağlamaya başladı.

Demet, arkadaşını bir süre kendi hâline bırakması gerektiğini düşünerek “Bir kahve yapayım sana, iyi gelir,” diye mutfağa gidince Dilek’in aklına aniden günlüğü geldi. Senelerdir günlük tutuyordu. Eğer telefondaki fotoğraflar gibi günlüğündeki yazılar da kaybolmadıysa her şeyi daha net anlatabilirdi. Koşa koşa odasına gitti. Masadan günlüğünü aldı. Boynundaki anahtarla defteri açtı. Bütün yazdıkları olduğu gibi duruyordu. Heyecandan titreyen ellerine baktı, titremesini durdurmaya çalıştı, yapamadı. Hemen mutfağa gitti. Defteri Demet’e gösterdi. Geçen sene bugün, dedi. Bir sonraki sayfayı açtı diğer tarihlerde yazdıklarını gösterdi. Demet, arkadaşının nihayet delirdiğini düşünmeye başladı. Her şeyi bu kadar çok, bu kadar ince düşünürsen olacağı buydu, dedi içinden. Dilek’in elinden defteri alıp küçük bir çocuğu avutur gibi “Tamam canım kahvelerimizi içerken konuşuruz, sen otur, biraz dinlen,” dedi. Dilek, arkadaşının inanmadığını anlayınca kırıldı. Ama şimdi kırılmanın, eğilip bükülmenin sırası değildi. Yaşadıkları senenin yarısının kaybolduğunu, geçen seneye geri döndüklerini bir şekilde anlatabilmeliydi.

Yeniden günlüğünü açtı. On yedi Haziran iki bin yirmi ikiyi yeniden okumaya başladı. Kafasını kaldırıp Demet’e “şimdi pizza isteyeceksin,” dedi tam da Demet, “pizza söyleye…” derken. “Pizzayı getirecek kurye ilkokul arkadaşın çıkacak” diye devam etti Dilek. Demet, şaşırdı. Günlüğü çekip aldı elinden. “Tamam,” dedi, “Tamam, söyleyelim bakalım.” Pizzayı söylediler. Getiren kurye Demet’in ilkokul arkadaşıydı. Şimdi aklına mukayyet olma sırası Demet’teydi.

Günlüğü aldı, her satırını dikkatle okumaya başladı. Olayları okudukça hatırlamasa arkadaşının kahin olduğunu düşünecekti. Öyle düşünmek daha rahatlatıcı olabilirdi ama biliyordu ki yazanların hepsi yaşanmıştı, tekrar yaşanıyordu ve yaşanacaktı. İnanılır gibi değildi. Bu, aralarında bir sır olarak kalamazdı, kalmamalıydı. Yetkili birilerine bu durum bildirilmeliydi ama yarısı kaybolan yılı bulmakla yetkili kim olabilirdi? Bu sır aralarında kalsa ilerleyen zamanlarda akıllarını korumak daha da zor olabilirdi. Konuşmadılar, konuşamadılar. İkisi de aynı şeyleri düşünüyorlardı. Ne yapmalı? Neden böyle oldu?

Dilek televizyonu açtı. Haberlerde, kehanetleriyle halkın kafasını katıştıran, insanları kışkırtan bir adamın gözaltına alındığını gördüler. Adam, “Kaybolduuu! Yılın yarısı kaybolduu! Şu tarihte sel olacak, bu tarihte deprem olacak,” diye bağırıyordu. Dilek ve Demet birbirlerine baktılar. Demek kaybolan yılın farkında olan birisi daha vardı ama farkında olmayan insanlar henüz bunu duymaya hazır değildi.

Dilek “Mecbur kalmadıkça dışarı çıkmayalım. Burada birlikte kalalım,” diye ağlamaya başladı. Her zaman çözüm odaklı düşünen ve hareket eden Demet “Saçmalama, tüm dünya geçen seneyi yeniden yaşarken biz hiç dışarı çıkmasak ne olacak?” dedi. Sakin kalıp bir süre bekleme kararı aldılar.

Evin dışındaki hayat, geçen senenin aynısıydı çünkü kimse kaybolan yılın farkında değildi. Ama böyle bekleyerek zaman geçmeyecekti. İşe gitmeleri gerekiyordu. İç çekerek oturmanın bir faydası yoktu. Yıl kaybolmuş olsa da hayat devam ediyordu. Aynı günleri, aynı haftaları, aynı ayları, aynı olayları tekrar yaşamaktan başka çare yoktu. Alışacaklardı. İnsan her şeye alışırdı.

Birkaç gün sonra haberlerde KYÇ (Kaybolan Yıl Çetesi) diye bir örgüt olduğunu, gizli üyelerinin insanları aldatarak devleti yıkmaya çalıştığını, tespit edilenlerin hemen tutuklandığını gördüler. İyi ama yıl kayboldu demenin devlet yıkmakla ne ilgisi olabilir diye düşüneceklerdi, düşünmek istemediler.

Günler, aylar, haftalar, saatler geçen sene nasılsa bu sene de öyle geçiyordu. Hastalıklar, mutluluklar, hüzünler, başarılar, afetler, kazalar, aldanmalar, aldatmalar, çarklar, düzenler aynı şekilde işliyordu. İnsanlar farkında değillerdi. Farkında olanlar susmak, susarak beklemek zorundaydılar, kabullendiler ama yüzlerindeki hüzünden, gözlerindeki kederden anlaşılabiliyordu sancıları. Düşünsenize, biraz sonra ne olacağını bilerek yaşıyorlardı. Biliyorlardı ama engel olamıyorlardı. En azından geçen sene olan kötülüklere engel olabilseler yeterdi ama ellerinden hiçbir şey gelmiyordu. Hatta geçen sene kendi yaptıkları hataların bile aynısını yapıyorlar, kendilerine dahi engel olamıyorlardı. Sadece yalnız kaldıklarında kendi zamanlarını yönetebiliyorlardı.

Sabırla, kahırla, acıyla, sancıyla bir senenin dolmasını beklediler. Nihayet yeniden on altı Haziran iki bin yirmi üç tarihi geldi. O geceyi uyumadan geçirdiler. On yedi Haziran günü yeniden geriye dönecekler miydi? Takvimleri kontrol ettiler. Gözlerini telefonlarından ayıramadılar. Beklediler. Sabaha kadar her şey normaldi. Sabah da tüm takvimler iki bin yirmi üç yılını gösteriyordu. Rahat bir nefes aldılar. Artık yeni yaşamlarına devam edebilirlerdi.

Fakat o sabah haberlerle birlikte hiç de öyle olamayacağını anladılar. Haberlerde bilimsel bir araştırma sonucu geçen senenin yarısının kaybolduğu sonucuna varıldığı ve sebebi bilinmemekle birlikte yeni senenin de her an kaybolabileceği tehlikesiyle karşı karşıya oldukları bildiriliyordu.

Tutuklanan KYÇciler serbest bırakıldı. Kendilerinden özür dilenildi. Kaybettiğiniz bir şey yok diye teselli edildiler.

Herkes kaybolan yılın neden kaybolduğunu merak ediyordu. Tüm dünyada bilim adamları bu konuyu araştırdılar. Aylar sonra nihayet sebep bulundu. Türkiye’de, bir köyün bir dağında yaşayan bir meczubun bir kayaya Neyleyim sensiz hayatı, kaybolsun sensiz yıllar yazmasıyla o yılın kaybolduğu bilgisini verdiler. Başka bir açıklaması yoktu.

Emine Ecran Çeliksu