Merdivenleri soluk soluğa çıktım. Anahtarı zar zor buldum kolayca bulmam gerekirken. Açıl hadi açıl. Ali Baba’nın mağarası değil ki. İçeri kendimi attığımda evde kimse yoktu. Yani bağıra bağıra ağlayabilirdim. Ağlamadım.
Odama bir hışımla daldım. Fotoğraf kutusunu devirdim önüme. Elime de bir makas. Hadi bakalım. Seni kim kurtaracak elimden kim? Ne kadar yan yana fotoğrafımız varsa onu yanımdan çektim aldım. Fotoğrafın tekinde eli omzumda. Kendisini kestim ama eli kaldı. Omzumu kestim.
Annem çok sevinecek bu işe. Sevmemişti zaten. Sana layık mı, diyordu. Boylu poslusun, işin gücün var. Layık mı sana? Hem gözü göz değil gibi pek. Bakışı tüm dünyayı dolaşıyor aynı anda. Layık bana. Beni kandıracak herkes layık. Ben kandırılmaya layık bir insanım. Sus kız ağzını yırtarım.
Babamı bilmiyorum ne der. Bu işte en mutlu o. Bilmiyor çünkü. Bilmemek tüyden bir elbise. Giyemedim gitti. Babam en çok sırtındaki ceketle konuşuyor. Onun evladı ceketi. Dışarıdan gelince bile çıkarmıyor. Annemle bu yüzden kavga ediyorlar. Sonra söküp alıyor babamın sırtından annem. Ver şunu ver. Allah mı giydirdi ver! Sus kadın çarpılırsın.
Tek tek kestim. Tek tek. Yanımda gölgesini bırakmadım. Saçımın bir kısmı da gitti kimi fotoğraflarda. Kökü bende, uzar. Omuzum sonra. Olsun. Birinde oturuyormuşuz. Ayakları ayaklarımdan daha önde duruyor. Onu kesince sadece belden üstüm kaldı. Yunan büstleri gibi. Eh napalım. Birinde elini yüzüme götürmüş. Elini de kesince yüzümün bir kısmı da gitti. Ne yapalım? Olsun.
Tek tek ayıkladım. Pirinç içindeki siyah taşlar gibi. Yetmedi, bin parçaya böldüm her birini. Canlanamasın şerefsis. Gittim çöpe bastım. Üstüne artmış çayı da döktüm ki tanınamasın. Çay yorgunluğa iyi gelir zaten. Yoruldum demişti. Dinlensin.
Bir insanı doğum gününden bir gün önce terk etmemeli. Bir insana kendince milat saydığı tarihlerde fenalık yapmamalı. Bir insanı yaşam denilen dağınık odayı toplamak için yeniden başladığı tarihlerde öldürmemeli. Pazartesiler önemlidir diğer günlerden.
Kestim. Hepsini. Doğum günümden bir gün önce. Bastım çöpe şerefsisi. Üstüne çay. Sonra soğanlı menemen. Hiç sevmezmiş. Sen ne anlarsın ulan menemenden? Menemenden anlamayandan korkmalı artık. Kork korkmazdan utan menemen bilmezden. Neyse ne. Tam beş yüz fotoğraf geçti elimden. Birinde güneş gözlüğüme yansıyan yüzünü fark ettim. Gözümü oydum.
Tanışalı doğum günümde bir yıl olacak. Pastaneden elimde pastayla çıkarken çarpışmıştık. Yeşilçam sahnesi, evet. Şunu da diyeyim de tam Yeşilçam olsun: Ben aslında sana değil fotoğrafına âşıktım, yıkıl. Pastam yere saçıldı ben bağırdım tabii. İsrafa gelemem. İsrafa gelemezmiş. Lafa bak lafa. Ee üç yüz altmış dört günü israf ettin? Ben kinle baktım o aşk diye anlamış. Anladığı şeye beni de inandırdı. Sonrası hülyalı günler. Bugüne kadar. O anı yırtsam anlar içinden. Kessem fotoğrafları kestiğim gibi. Ah. İnsana zaman bir kere veriliyor. İki kere de yaşasa akıllanmayacağından.
Annem gelmeden çöpü attım. Yolda kapıcı elimden almaya kalkıştı. Bırak abi diyorum anlamıyor da. Bırak. O çöpü atmaya en çok ben layığım.
Vurdum kelleyi yattım. Sabaha kadar. Annem girdi çıktı. “Ne oldu kız, öldün mü ? Kalk yemek ye.” “Aç değilim.” “Kız sen mi aç değilsin? Bıraksam porselen takımımı da yersin.” Gevrek gevrek gülmeler. Babam içeriden sinik sesleniyor: ”Bırak kızı.” Annem ağzımdan lafı almadan çıkmadı. “Ayrıldık,” dedim. “Elektrikler kesilmiş.” Annem bastı kahkahayı. “Ayol ben o trafoya kurban olurum,” diye oynayarak çıktı. Babama heyecanlı heyecanlı anlattı. Babamın tepkisizliğini tahmin etmek zor değil. Biblo gibi baktı suratına. Annem o akşam en mutlu yemeğini yedi. Ben kalksaydım son akşam yemeğim olurdu.
Bir insan üzgünken mutlu olunmamalı. Üzgün insanın yanında gülmek günah bence. Çarpılmalı insan. Ağzı Dünya’nın ekseni gibi kaymalı. Annem çarpılmadı hayret. Oynaya oynaya yemek yedi. Ben ağladım. Telefonuma baktım. Pişmanım mesajı. Gelmedi. Pişman olmayacağını biliyorum. Yüzü en çirkin betonarme yapılar gibiydi çünkü. Göz yerine pencere. Saç yerine çatı. Çanak antenli.
Doğum günüm için gece boyu hazırlık yaptı annem. Şen şarkılar eşliğinde. Geldi arada: ”Kurtuldun sevin kız. Alamancı akrabaların bir düzine bekar oğlu var. Elbet veririm birine,” dedi. Dedikçe neşelendi. Sarmaları kurabiyelere uladı. Otuz yaşındaki birine bu hazırlıklar çok. Normalde hazırlanmaz da zaten. Onun yarın neyi kutlayacağını biliyorum ben.
Gece boyu ağladım. Işıklara baktım. İçindeki mutlu insanları düşünüp de ağladım. Allah’ım bu hüzün denen şey, insanı kıskanç da yapıyor. Gülen herkesi kıskandım.
Sızıp kalmışım. Sabaha karşı uyandım. Başım tuğla gibi. Geri yumdum gözümü. Dön dön uyuyamadım. Uyuyunca da geçmemiş. Aynada yüzüme baktım. Hayret. Şişlik mişlik yok yüzümde gözlerimde. Nereye gitti onca ağladığım? Hüzünlü bakıyorum, ayna mutlu gösteriyor. Üzülsene kız. Görenler ayrılığa meraklıymış derler. Yok. Suratım normal sabahların suratı. Camdan dışarıyı izledim biraz. Bizim şu rahmetli muhtardaki neşe de kimsede yok. İş yapmayacağını bile bile koşuyor muhtarlığa. Rahmetli muhtar mı? Evet. Öldü ya işte iki ay önce. Ama işe gidiyor? Ona benzeyen biri olmalı. Bakkal çıkıp bağırdı. Yağcı bu adam. “Saygılar muhtarım, açayım bir gazoz muhtarıma.” Muhtar eline göğsüne götürüp istemez, dedi. Zevzek bakkal. Ölmüş adama gazoz mu ikram edilir? Hem sen taşındın bir ay önce. Ne ara geri geldin buraya?
Sözelciyiz diye dünyanın matematiğini bilmiyoruz sanıyorlar. İntegrale gerek mi var şu dünyayı çözmek için? Hem ne demiş Kant? Bilmiyorum. Aç karnına felsefe çekilmiyor. Ama nasıl olur da bu insanlar? Sanırım olacak olan oldu ve beynimde nöron namına bir şey kalmadı. Geçmiş olsun.
Odamdan çıktığımda ortalıkta kimse yoktu. Babam ceketiyle henüz teşrif etmemişti salona. Eski koltuğuna gömülmemişti. Babam Raif Efendilerin temsilcilerindendir. Annemse Kürk Mant…Tövbe gülesim geldi. Otuz bir yaşımı boş salon karşıladı. Eh hoş geldi. Pek hoş olmadı ama geldi. Takvime doğru yürüdüm. Annemin Kur’an kursundan getirip astığı hat yazılı takvime. 9 Aralık Cumartesi. Cumartesi miymiş ya? Dün cumartesiydi. Ee cumartesi diyor. Eh, demek bugün cumartesi. Aklına yatıramadığına inan kurtul. Yaşam formüllerinden biri budur. Ee 2000 diyor? Milenyumu geçen yıl kutlamadık mı çılgınlar gibi? Kutladık. Halam geldi binbir telaşla. Milenyumdan medet umarak. Yeni yıldan porselen dişler ve duyan kulaklar diledi. Estağfirullah. Nasıl 2000? Annemin işi bu. Bana otuzundan sonra yaşlanılmaz imasında bulunuyor belli. Güldürmeye çalışıyor beni. Mutfağa gittim. Dün gece hazırladıklarından tırtıklamak için. Mutfak tam takır kuru bakır. Geçen doğum günümdeki gibi. Ortaya bir pasta koyuvermiştik gecikmeli. Gecikmeli diyorum. Niyesi malum.
Annem geldi benim tıkırtıma. “Uyandın mı kız?” dedi. Görmüyormuş gibi. “Kahvaltı yapalım da git kendine bir pasta al da gel. Doğdun madem, kutlayalım. Eh otuz yaşındaki koca kızın da doğum günü kutlanmaz ya neyse. Ana yüreği. İçinde kalmasın. Haydi bakma suratıma pel pel. Koy çayı.”
“Dün gece pişirdiklerini ne yaptın anne?” dedim. “Ne pişirmesi kız? Halan yine yalandan hasta olmuş, oraya gittik ya dün,” dedi. “Ama dün evdeydik, ben ağladım hani. Senin o beğenmediğin oğlanla ayr…” “Ne oğlanı kız? Ağzını yırtarım. Seni Alamancı akrabalardan birine vereceğim, birini bulma, etlerini yolarım,” dedi.
Kaç yaşındayım anne? dedim. Otuz çok şükür, dedi. Kaç yılındayız anne? Tövbe estağfirullah çekip 2000, dedi. Bugün günlerden ne anne? dedim. Cumartesi dedi. Muhtar öldü mü anne? dedim. Tövbe de, dağ gibi adam niye ölsün? dedi. Bakkal? Bakkal veresiyesini ödemeyen mahalleliye küsüp gitti mi? dedim. Sen delirmişsin ne gitmesi? dedi.
Odama koştum. Fotoğraf koyduğum kutuyu buldum. Boşalttım hızla. Çocukluk, lise, üniversite fotoğraflarından başka fotoğraf yok. Kendimi kesip ayırdığım fotoğraflar yok. Onları da mı attım? Atmadım. İsraf. Ee neredeler? Telefonuma sarıldım. Hâlâ silmemiştim numarasını. Baktım o da yok. Ne yani? Otuzuma bir daha mı girdim? Kabul olmadı da kazasını mı? Tövbe.
Annem içeriden bağırdı.”Yürü pastanı al da gel ben çayı yapana kadar,” dedi. “Bu senelik böyle olsun. Seneye hazırlarım bir şeyler.” Seneye hazırlamıştı zaten bir şeyler. Ya da ruhuma el-Fâtiha.
Bakkalın önünden geçtim. Başını uzatıp seslendi:”Nere sabah sabah? Baban bir uğrasa. Veresiye biraz kabardı da.” Uğramaz. Sen zaten lanet olsun deyip kaçacaksın, diyemedim. Muhtarlığın önünden geçtim. Muhtarın göbeği ve zatı boş boş oturuyordu. Rahmetli pek de şen, dedim. Duymadı.
Pastaneye vardım. Pastalardan hangisini seçeceğimi bile biliyorum. Deliriyorum Allah’ım tut beni. Şu olsun. Çikolatalı. Paketi alıp çıkışa ilerledim. Gelecek ve çarpacak. Sonra her şey sil baştan. Tam çıkarken geldi. Çarpacaktı ki manevra yaptım. Oh.
Tam yola düşmüştüm ki pastane sahibi seslendi: Kızım para üstün. Hışımla alıp kaçayım derken çarpıştık. Bu uzatıyormuş para üstünü. Sana ne ulan para üstünden? Dolmuşta mısın sana ne? Kurtulmuştum işte sana ne.
Ilık su içmiş gibi hissettim yine. Pasta dağıldı. Yenisini aldım. O sırıttı. Dönüş yolunda bir işportacı peşimden bağırdı: Abla alış fiyatına makaslar. Alış fiyatına makaslar!