Başka Bir Son

Tuğçe Asiye Ballı

***Karakter birdenbire görme yetisini kaybeder. Dün de kaybetmiş olabilir bu yetisini, üç sene önce de, beş sene önce de; size kalmış.

Başka Bir Son

Günay alıştırma yapıyordu. Her kutuyu tek tek açıyor, koklayıp yerine koyuyordu.

Kuşburnu, oralet…

“Bu ne be? Ali! Hişt! Baksana koçum. Bu ne?”

“Yurt dışından gelen bir çaymış abi.”

“Bir bu eksikti. Nasıl pişirecekmişiz? Allah aşkına kim içecekmiş? En küçüğü altmış yaşında.”

“Bilmiyorum ki abi.”

Günay’ın canı burnunda. Alışamadı henüz. Alışılır mı? Talim yapmayı bırakıp masalara geçti. Kahvedeki on bir masanın örtüsünü el yordamıyla düzeltiyor kimse gelmeden. Ali de sandalye düzeltiyormuş gibi yapıp arkasından kontrol ediyor.

Müşteri geldi. Bahçedeki ilk masaya oturdu. Gülümseyerek burnunu gösteriyordu ki Günay arkasını dönüp içeri yöneldi. Ali adamın kuşburnu istediğini anlayıp koştu. Ali atik ve zeki çocuk.

“Kim geldi Ali? Of nerden bilcen sen, sanki adamları tanıyon.”

“Eliyle burnunu gösteren bir amca. Sanırım konuşamıyor.”

“He yok konuşuyor. Maksat dikkat çekmek olsun. Seviyor amcalar böyle şeyleri. Hüseyin amca o. Haftanın en az üç günü gelir.”

Birlikte ocağa vardılar. Günay öne geçti. Bir tatlı kaşığı dolusu kuşburnunu bardağa koydu.

Ali düşüncelere daldı. Ya kendi de bir gün böyle birden görmese… Bu kadar güçlü kalabilir mi? Eve mi kapanırdı yoksa?

Kuşburnunun üzerine sıcak suyu koyarken “Sen biliyon mu neden kör oldum ben?” dedi Günay.

“Şey abi… Eee…. Kaynak yapan birinin başına dikilmişsin. Kaynak sıçramış…”

“Evet. Bu kadar.”

Günay “bu kadar” derken sesi bir insandan duyulabilecek en cılız şekilde çıkmıştı ama öylesine öfkeliydi ki… Hikâyesinin daha acı ve dolayısıyla daha anlamlı olmasını isterdi. İçinden geçen şuydu: Körlüğüm bile sıradan.

Ali kuşburnunu alıp ocaktan ayrıldı. Gözleri doldu diye kendine kızdı. Yeni gelen iki müşteriye baktı. Biri işaret parmağını aşağı eğip havayı karıştırdı ve önce karşısındakini sonra da kendini gösterdi. Neden iki çay demiyorlar, neden kuşburnu demiyorlar, anlamıyordu. Çayları, ocaktan ayrılmadığı için Günay’a söyledi. Geçip kendisinin mi koyması gerekiyordu karar veremedi. Günay çayları uzatıp “Al koçum.” deyince rahatladı.

Günay vücudunda bir kırgınlık hissediyordu. Epeydir istirahat etmesinin etkisi olabilirdi. Ayakta kalmak nasıl oluyordu, unutmuştu. Ocağın kenarında duran tabureyi çekti altına. Yedi yıldır buradaydı bu tabure. Rengi geldi gözlerinin önüne. Bordo… Üzerinde krem rengi desenler… Bir kokuyla düşüncelerine ara verdi. Taze çay kokusunu bastıran bir kokuydu. Çiçek gibi. Bu, Birgül’ün parfümüydü. En son hastanede geçmiş olsuna geldiğinde duymuştu sesini, kokusunu. Bir merhaba demeyecek mi bana diye düşündü. Ama taburede oturduğu için fark edilmeyebilirdi. Tezgâh yüksekti. Ayağa kalktı. Çay koyuyormuş gibi yaptı.

Sesi geldi. Ali’ye “Babam yok mu, daha gelmedi mi?” diyordu.

“Yok abla. Biz açtık Günay abiyle, patron gelmedi.”

“Sabah erkenden çıkmış evden. Uyanınca aradım, ulaşamadım. Neyse oturup bekleyeyim bari.”

Bir sandalye çekti usulca Birgül. Yumuşacıktı her hareketi. Çocukken de böyleydi. Yavaş ve sakin. Okula hep geç kalır, kapıda annesinden azar yerdi. Günay o günlere gitmiş, gülümsüyordu.

Ali ocağa yaklaştı. Onu gülümserken görmemişti tanıştıklarından beri. Gerçi kaç gün olmuştu ki zaten… Çekinerek “Abi hayırdır? Ne mutlu etti seni böyle?” diye sordu.

“Anılar geldi aklıma. Ne istiyor Birgül ablan?”

“Bir şey istemedi.”

“Oralet içer o.”

“Turuncu mu?”

“Evet. Karşıdan da kaşarlı poğaça al. Kahvaltı etmeden gelmiştir.”

“Tamam abi.”

Ali tamam demişti ama abla istemeden neden poğaça alacağını anlamamıştı. İnşallah azarlanmam diye düşündü. Kahvehanenin yan kapısından çıkıp hemen poğaça kapıp döndü. Tezgâhtan oraleti aldı. Birgül’ün masasına geldi, elindekileri masaya koyup “Afiyet olsun abla.” dedi.

Birgül’ün hoşuna gitmiş olmalıydı: “Sen de öğrenmişsin bakıyorum her şeyi.”

“Yok abla. Günay abi söyledi.”

“Aaa burada mı o? İçeride yiyeyim öyleyse. Hay Allah hiç fark etmedim.”

Günay içeriden duyuyordu konuşulanları. Elleri titriyordu. Kendine bir tokat atmak istedi. Belki iyi gelirdi. Birgül’ün kokusu yoğunlaştı. Burnunun üstünde ve alnında toplanmış gibi hissediyordu tüm kokuyu. Sersemledi.

Saçlarını toplamış mıdır, salmış mıdır? Ne giymiş acaba?

“Günay nasılsın? Çok iyi gördüm seni. Toparlanmışsın.”

“İyiyim. Sen nasılsın?”

“İyiyim ben de. Babamı merak ettim. İki saattir ulaşamıyorum neredeyse.”

“Sabahtan bankaya giderim demişti dün ama bilmem.”

Birgül biraz rahatlamıştı. Havadan, sudan sohbet açtı. Bir yandan poğaçasından küçük ısırıklar alıp oraletini yudumluyordu.

Günay elini, kolunu nereye koyacağını bilemedi. Nasıl göründüğünü, nasıl baktığını, Birgül’ün onun hakkında ne düşündüğünü merak etmekten sohbete dahil olamıyordu.

Patronun bahçeden sesi geldi. Ali dışarı fırladı. Masalarda boş bardak kaldıysa laf yiyebilirdi. Patrona selam verip masalara baktı, boşları aldı.

Patron içeri girer girmez Birgül ayağa kalktı.

“Baba neredesin Allah aşkına? Günay bankaya gitmiştir demese meraktan delirecektim.”

“Abartma kızım. Şarjım bitmiş. İki saatte ölecek değilim.”

İki saatte neler olmuyor ki usta… Kör oluyor insan mesela en azından. Hem ölebilir de… İki saatte her şeyini kaybedebilir. Her şeyini…

“Heeey. Günay? Oğlum sana diyorum.”

Günay irkildi.

“Pardon Usta dalmışım. Uykusuzum biraz. Ne dedin?”

“Nasıl diyorum Ali? Alışabildi mi sence? Yapabiliyor mu?”

Ben alışmadım ki usta. Ben alışmadım ben!

“Ben de onu diyecektim Usta. Bana ihtiyacı yok, idare ediyor. Artık ayrılabilirim.”

“Oğlum delirdin mi sen? Onu senin yanına aldım ben. İşi öğret de senin yükünü alsın diye.”

“O kadar yoğun olmuyor ki. Hem sen de varsın.”

Eve kapanmak istemiyordu Günay. Patronu ısrar etsin istiyordu. Eve kapanırsa olacakları kestiremiyordu. Günler, saatler, dakikalar geçmezdi ki… Ama gurur da yapıyordu. Adam ona niye para versindi? Bir eleman daha almak zorunda kalmışken hele…

“Bak Günay hazır biz bizeyiz konuşalım. Burayı Ali’yle sana emanet etmek istiyorum. Artık çoğu vaktimi evde geçirme niyetim var. Yoruldum.”

“Ama...”

“Sevmiyor musun burayı?”

“Sevmez miyim?”

“Ee öyleyse ustanı dinle. Çayı senin gibi demleyeni bulamam ben. Anladın mı?”

Günay sesini çıkarmadı.

Birgül sahte bir şekilde kıkırdadı. Ortamı ısıtmak istiyordu belli ki: “Babacığım artık seninle daha çok vakit geçireceğiz öyleyse.”

“Sen okuldan eve gelirsen neden olmasın kızım?”

“Babaaa…”

Başka bir son hayal etmişti Günay. Bu sona benzerdi aslında. Ustası dükkânı ona emanet ederken şöyle diyordu: “Kızım da dükkan da sana emanet.”