Ruhumuz Sarkarken

Hacer Noğman

Ne zaman bastona ihtiyacım olduğunu hatırlamıyorum. Ama niçin bastona ihtiyacım olduğunu çok iyi hatırlıyorum. Öyle senin benim, herkesin yürüdüğü yollarda yürüyemediğimi anladığımda bir bastona ihtiyacım olduğunu bildim. Bunun ne zaman olduğunun bir önemi yok. En azından benim açımdan. Ama niçin olduğunun önemi olur. Çünkü ona ihtiyacım olduğu için değil, ona ihtiyacım olduğunu bildiğim için baston kullandım.

Niçin soruma nasıl ulaştığımın merakı içinde olanlar vardır. Cevabı çok basit. Yürürken sendelediğimi anladığımda bastonun vücudumun eksik parçası olduğunu hissettim. Öyle ya, o zamana dek beni kusursuzca ayakta tutan iki ayağa ne olmuştu da şimdi görevlerini yerine getiremiyorlardı? Belki de sadece yürümeyi öğrenene kadardı vücudumu ayakta tutmaları. Kimi iki yaşında yürümeyi öğrenirken kimi otuzunda mı öğrenir diye düşünebilirsiniz. Derler ki ikisinde olan yürüdüğünün idrakindedir, yürüyüşün değil.

Henüz genç sayılacak bir yaştaydım. Fakat kime göre? Ellerinde baston tutanların yaş ortalamasına göre, evet. Ama kime göre’nin akla getirdiği ilk cevap bu değil. Yani onlara göre genç oluşum değildi sorun; yaşayan insanlara göre bu yaşta bastonla yürümemdi mesele. Bu insanlar bi acayip. Genç sayılacak yaş dediysem kendimi ölüme hayli uzak bulduğumu takdir edersiniz. Zaten genç demek bu değil midir? Hani gittiğin cenazelerde, ölmeyen sen olmadığın sürece içinde buruk bir sevinç bile oluşmaz. Çünkü bu, sakalları ak dedelerin, tenleri buruşmuş teyzelerin içinde biten bir histir. Yalnız bununla bitmez. Bir dede yahut teyze; kısık ağlama seslerinin ortasında, ölenin kendi olmadığı için kırık bir sevinçle otururken ölümün yakınlığıyla burun buruna gelir. Soğuk bedenin ne denli uzağına oturursa otursun o serinlik gelir onu bulur. Ürperir. Ellerine buzdan bir soğuk oturur. O sevinç silikleşir ve yerini bir telaş alır. Fakat her cenazede böyle işlemez olay. O dede yahut teyze, genç birinin cenazesine gittiğinde onda mevzubahis sevinçten zerre eser bulunmaz. Bir lafzın -yaşlılar sıra sıra, gençler ara sıra- sıra sıra kısmına bozulur. İşte tam o anda hâlâ ölmediği için onu bulan yersiz sevinç gelir ve yine onu bulur. İnsanlar ne acayip.

Bastona ihtiyacım olduğunu anladığımın ertesinde bir bilene gittim. Sağlam bir baston verdi bana. Cevizden yapmaydı. Onunla yürümeye başladığımda eksik bir uzvum yerine gelmiş gibi hissettim. Bunun zihnimde doldurduğu boşluk öyle büyüktü ki. Ancak dolduğunda boşluğun bu kadar büyük olduğunu idrak edebildim. Ağır aksak adımlarımın yerini normal seyreden adımlar aldı zamanla. Sendelemem tamamen kesilmedi. Tümden düzelmenin vereceği refaha hazır değildim. Böyle yarım yamalak yürürken en iyisini düşünmeli miydim bilmiyordum. Şimdilik ayakta durayım yeter, dedim bir süre. O bir süreden sonra yürümem daha da normalleşti. Tüm bunların “niçin?” soruma karşı yerleştiği yer, bir pazılın kayıp parçası hükmündeydi.

Neden sonra yürüyüşüm kusursuz bir hâl aldı. Normal insanlar gibi yürüyordum. Onlardan tek farkım elimde baston oluşuydu. Hem de bu genç yaşımda. Bilmiyorlardı ki bastonu bıraksam yürüyemeyecektim. Nasıl yürüyemezsin demeyin. Burada cevabını arayan soru nasıl değil, niçindir. Öyle iyi yürüyordum ki. Kilometreleri birbirine katıyordum. Hızımı alamayıp başka semtlere gidiyordum. Yollar birbirine nasıl bağlanıyorsa geceler de günleri peşinde sürüklüyordu. Yollar da yürünmek için ne zamandır bu bastonu bekliyordu.

Derken yaşıma güvenip her zamankinden daha fazla yol kat ediyorum. Kuşlukta çıktığım yola ikindi güneşi ekleniyor. Gün eteklerini toplarken ince uzun bir yolda buluyorum kendimi. Güneşin çizdiği resmi izleyerek, bir zaman sonra o resme dahil olarak yolda ilerliyorum. Çıra kokusu resme dahil oluyor. Attığım adımlar her seferinde daha dar bir yolda ilerliyor. Yol daraldıkça daralıyor. Bastonu basabileceğim genişlikte bir yer kalınca duruyorum. Kümelenmiş insanların arasında bastonumla kalıyorum. Uğultu şimdi şimdi kulağıma doluyor. Onu ne zamandır duyduğumu şimdi işittiğimde anlıyorum. Biri hâlâ ölmediğinin sevincini yaşıyor fakat bir çamın arkasına saklanmaya çalışırken bunu yapıyor. Dudakları kımıldarken Arapça lafzıyla, gelip onu bir telaş buluyor. Biliyor o telaşın gece uykusuyla karanlığa gömüleceğini ve sabaha hiçbir şey yokmuş gibi uyanacağını, ölüm onu onu hiç bulmayacakmış gibi yatağından kalkacağını çok iyi biliyor. Ta ki bir gün o yataktan kalkamadığında bilecek her şeyi.

Biri üst üste yığılmış toprağın yanında sessizce göğü deliyor ve biliyor işitildiğini. Bulutlar dağılıyor göğe. Güneş el etek çekiyor üzerimizden. Ağaçların yeşili solgun bir yeşilden öteye geçemiyor. Toprağın kahvesi de bir o kadar solgun. Fakat kokusu keskin. O yığına gitmek için bastonu kaldırıyorum, dar yol genişliyor. Yürüyorum. Hiç olmadığı kadar rahat ve düzgün. Oraya varınca duruyorum, bir kenara koyuyorum bastonu. Toprağın bir ucuna diktikleri tahtada ismimi okuyorum.

Hacer Noğman

Görev: Karakteriniz bir mezar taşına bakıyor ve mezar taşında kendi adını okuyor. Bu düşünceden hareketle öykü yazacağız.