Proleter

Fatma Ünsal

kelimeler: emekli, tavan, çizgi

PROLETER

Şen, toparlak yüzlü bir adamdı bizim enişte. Toparlak yüzlüler şen olur zaten. Yüzlerinden sağlıkla birlikte şenlik de fışkırır. Enişteler de zaten ablalara göre daha iyi olur. Bizim enişte de öyleydi. Ablamın o Nemrut suratına rağmen gülebilen, güldükçe etrafını da güldüren dünyalar iyisi bir insandı rahmetli. Rahmetli oldu. Ablam yaşıyor. Zaten hep iyiler erken gider. Tövbe.

Bir okulda hademeydi. Sigortalı haa Emekli olma ümidi taşıyan bir meslekti onunkisi. Adile Naşit’in erkek versiyonu hademe. Film karakteri gibi adam. “Haydin kuzucuklar, derse.” diye okul koridorlarında ünleyen bir âdem evladı. Nihat abi diyenin ağzından bir daha Nihat çıkardı. Öyle de sevilirdi rahmetli. Zaten hep iyiler erken gider. Ablam yaşıyor. Tövbe.

Babam çok takılırdı enişteme. Hafif safçaydı rahmetli. Ya da öyle gösteriyordu kendini. Kimisi çevresindekilere aptal gözükmeye bayılır. Fıtrat. Kimisi de çevresindekiler tarafından Aynştayn gibi görülmek ister. İkincisi daha zordur. O kolayı seçmişti. Bununla babam da dahil herkes dalga geçer dururdu. Zavallı. O şişko suratını asla asmaz; gülerek karşılardı her denileni. Babam, eniştem ve ablam evine gittikten sonra derdi ki:”Bu salak oğlan olmasa bizim kızı ne alan olurdu ne çeken. Hay Allah ondan razı olsun.” Kötüye katlanmanın adını salaklık koymuşlar. Eh, zaten hep iyiler erken gider.

İşini severdi. Severdi sevmesine ama sürekli emekliliğine kaç gün kaldığını hesaplardı. Üç bin sekiz yüz günden geriye sayar dururdu. Babam bize her geldiğinde sorardı dalgasına: “Ee Nihat, söyle bakalım, kaç gün kaldı senin emekliliğe?” O gülmekten kısılmış gözlerini babama diker:”Üç bin yedi yüz elli gün Allah’ın izniyle baba,” derdi. Annem de dahil bizim ev gülmekten kırılırdı. Eniştem de katılırdı onlara. Ben gülmezdim. Vallahi bak. İnsanın hevesle beklediği şeyi hesaplamasına gülünür mü? Ablam da gülmezdi Allah için. Kocasıyla dalga geçildiğini anlar, onun dalgayı anlamamasına ifrit ola ola otururdu. Gözünü tam tur devirip sustururdu bizimkileri:”Susun Allah aşkına, her seferinde bıkmadınız da şuna hesaplatmaktan.” Herkes susar, en sona eniştem susardı. Rahmetli. İyiler hep.

İçten içe acırdım ona. Emeklilik zamanını hesaplamasına üzülürdüm en çok. Ablama rağmen demek evde durmak istiyordu artık. Demek bu kadar yorgundu. Keşke elimde gün eriten sihirli bir değnek olsaydı da hemen emekli ediverseydik onu. Bazen babamı izlerken yakalardım onu. Emekliydi babam. “Ne güzel be baba,” derdi. “Ne güzel. Parkların en güzel köşeleri de sizin ha. Ekibinle ne de güzel oturuyorsun her gün parkta.” Babam şöyle bir kabarır: “Eh,” derdi. “Allah dileyen isteyen cümle kullarına nasip etsin. Şu emeklilik güzel şey.” En gür âmin onun ağzından çıkardı. Âmiin ya Rabbi âmin. Demek o tişörtü giyecek olmak bile ürkütmüyordu onu. Emekli tişörtünü işte. Tercihen kahverengi. Sol tarafı cepli. Kalem takılı. Enine çizgili. Yine de ürkmezdi bunlardan. Ne mübarek nimetti. Ah. Ama iyiler hep erken gider.

Onu anlıyordum. Çünkü ben de büyümek istiyordum. Büyümek emeklilik gibi bekledikçe gelmeyen bir şeydi. Allah’ın her günü boyumu ölçüyordum. Kapının tahta kasasına çizgi atıyordum. Yok. Aynı çizgide sabitlemişti boyum. Eniştemin emeklilik prim günü azalmıyordu. Benim de boy çizgilerim artmıyordu. Kader ortağıydık bir yerde. Kısa boyluluktan emekli olamıyordum işte. Ah. Bu dünyada iyilerin yüzü gülmüyor gülmüyor. Ablam sırık gibi. O gülüyor hep. Yazıklar olsun.

Emekliler tek millettir. Kılığıyla kıyafetiyle. Park park dolaşmalarıyla. Her şeyin en ucuzu nerededir, şak diye bilmeleriyle. Mahallede kimin kızı kimin oğluna yanıktır, sezmeleriyle. Eniştem bunlara talipti. Her sabah işe doğru yol alırken ayakları geri geri giden sınıftan olmak hoşuna gitmiyordu. Kimin hoşuna gider ki zaten? Çalışmak kendi işinin patronuyken zevklidir. Yoksa emir eri Ramazan gibi sille tokat çalışmak niye güzel olsun? Bir insan gözünü emekliliğe diktiyse ondan korkmalı efendi. O eniştem gibi şen de olsa ruhen tükenmiş bir adamdır. Gözünün feri sönmüş adamdır emekli namzeti. Şimdi dışarı çıkın ve bakın insanların gözlerine, suratlarına. Kimler mutlu mutlu dolanıyor? Kimler? Evet emekliler. Kimler mutsuz bakın hadi. 1. Kara sevdalılar. 2. Emekliliğine daha çok olanlar. Bu sıralama değişiyor da olabilir. Eniştem şen yüzünü mutsuzluğuna maske eylemişti. Bir de ablam var tabii. Çifte dert.

Benimki onun derdinin yanında dert değildi. Uzamamak yani. Ama Hikmet-i Hüdâ, bir gün elimde kalem, boyumu ölçmeye gittim. Yanaştım yine kapının tam kenarına. Elimi umutsuzca kafamın üstüne götürdüm ve tahtaya bir çizgi daha attım. Arkamı döndüm yavaşça. Aman ya Rabbi! En son ölçtüğümden beri tam üç çizgi uzamamışım mı? Aman ya Rabbi! Bu beden eğitimi dersinde sıra başı olmaktan kurtuldum demek. Bu yere yakın olandan korkmak lazım muhabbetinden bir nebze kurtulmak demek. Aman ya Rabbi! Üç çizgi ha üç!

O günün akşamı ablamlar bize geldi. Gelmeseler şaşmak lazımdı zaten. Her üç güne bir bizdelerdi. Annem arkalarından kaşık düşmanları diyordu. Keşke duysaydı ablam. Duymadı hiç. Babam yemekten sonra köşesine kuruldu. Köşesi televizyonu en iyi gören yerdi. Eh, emekliler evde en iyi köşelerin sahipleridirler. Elinde kürdanı, bir dişçi titizliğiyle temizliyordu dişlerini. Bir aralık bu ciddi işine ara verdi ve enişteme o malum soruyu yine sordu: “Be Nihat,” dedi. “Kaç gün kaldı senin emekliliğe?” Herkes sus pus olmuş, eniştemden gelecek cevabı bekliyordu. Cevabı değil de gülecekleri anı. Eniştem kafasına diktiği çorba tasını sofraya bırakırken gururla cevap verdi: “Allah’ımın izniyle üç bin gün baba.” Herkes dudaklarının kenarında bekleyen kahkahayı yine koyuverdi. Ablam gözünü tam tur çevirmeye başladı. Artık ustalaşmıştı göz devirmekte. Dünya seyahatine çıkar gibi dönüyordu gözleri. Susturdu bizimkileri. Yine en son eniştem sustu. Bense içime dönmüş, üç çizgilik uzamamın zamanına yanıyordum. İnsan yedi yüz elli günde üç çizgi mi uzar?

Bir hafta sonu erken de bir saatte evin zili acı acı çaldı. Gelen ablamdı. Hepimiz pijamalarla yığıldık kapı önüne. Ağlayıp dövünüyordu. “Ah Nihat, aman Nihat” diyordu ancak. Babam:”Kız söylesene ne oldu kocana?” diye sarstı bunu. “Gözünü tavana dikti öylece yatıyor. Geriye doğru sayıp duruyor baba. Delirdi koca adam delirdi.” diye üstünü başını paralayıp duruyordu ablam. Zavallı enişte. Sonunda demek beklediğim olmuştu. Adamı delirttin demek, dedim içimden. Dışımdan da derim ne var? Ne korkacağım?

Apar topar ablamlara gittik. Annem ablamı susturdu. “Millete sakız mı edeceksin bizi?” diye iki çimdik de bükmüş olabilir. Vardık ki koca adam gözünü dikmiş tavana, geriye doğru sayıp duruyor. İyi saatte olsunlar, dedi annem. Ben de dedim ki:”Ne iyi saatte olsunları, tertemiz delirmiş işte.” Ablam üstüme saldırdı:”Sus kız ağzını yırtarım senin,””” dedi. “Yırtarsan yırt, delirmiş işte koca adam. Delirttin adamı.” deyiverdim. Evden kovdu beni. Doğru söyleyeni kovarlar. Şerefle çıktım evden.

Akşama doğru geldi bizimkiler. Epey de yorgundular. Annem hırpaladı biraz beni. Nasıl öyle dermişim ablama. Nasılı mı var dedim, oh yine olsun yine derim. Tövbe estağfirullah çekti gözünü devirerek. Ablam bu huyunu annemden almıştı. Bırakın beni de eniştem nasıl eniştem, dedim. Sıfıra gelince sustu, dedi bizim en küçük kıkırdayarak. Sonra da döndü uyudu. O öyle deyince rahatlayıverdim. İyi bari dedim. Zavallı eniştem düzelmiş ya, şükür.

Yalnız eniştem düzelmedi. Her hafta sonu bu ataktan geçirdi. Doktora götürdüler bir çare bulamadılar. İşe de gidemedi hâliyle. Malulen emekli ettiler. Neyse, en azından emekli olmuştu ya olsun. Bununla geçsin gitsin dedik.

Bir gün yine bize geldiler. Ben kapı kenarına geçmiş elimde kalem, çentik atıyordum. Eniştem de o ara abdesthaneye çıkmıştı. Baktı ki ben debelenip duruyorum. Tepsi gibi gülen yüzüyle yanıma geldi. Baktı ki benim sıfat sirke satıyor. “Ne oldu güccük baldız?” dedi. Güccük kelimesinden de nefret ediyordum yalan yok, cücük gibi bir şey. Ne kaba. “Uzamamışım enişte.” dedim. Uzamamışım. Patlatıverdi kahkahayı. “İlahi güccük baldız,” dedi. “Dur hemen uzatalım seni.” Elimden kalemi aldı. Üst üste bir sürü çizgi çizgi. “Aha.” dedi, “bak uzadın işte.”

“Enişte,” dedim. “Sen çocuk mu kandırıyorsun? Öyle çizince uzamış mı oldum yani?”

“Ee,” dedi, “tabii uzamış oldun. Sen enişteni ne sandın? Bak üç bini nasıl sıfıra indirdim üç haftada?” Keh keh gülüyordu bizim illüzyonist enişte.

Sonra abdesthaneye yollandı keyifle.

Bakakaldım arkasından. Sonra uzadığımı hissettim. Eniştemin çizdiği çentikler kadar.

Eniştem iyi insandı rahmetli. Eli sihirli. Ölürken emekli olarak öldü şükür. Benim boyuma da katkı sağlamıştı giderayak. Erken gitti. Zaten hep iyiler erkenden gider.