Adı Yok

Hacer Noğman

Issız, kıyıda köşede kalmış, hafif nemli ama tümüyle mücerret olan bir şeyin kapıya dayanması, boğazda âdemelması oluşturuşu gibi bir sancısı dolanıyor etrafta. Havanın nemi ondan. Tüm bu lapa lapalığa rağmen. Kış sona erecek ve cıvıldayacak doğa. Mücerret diye tarif ettiğimiz şey o zaman da bırakmayacak dünyanın yakasını. Bunun farkına varışımız bizi endişelendiriyor. Çünkü biliyoruz bu his en çok koyu renkli havalara yakışır. Yine biliyoruz ki çiçeklerin ama özellikle menekşelerin morları arasından çıkacak ve ben buradayım diye haykıracak o. Ve baharın gelişini kesif bir duraksamayla kaydedeceğiz. Ömrümüzün kaçıncı baharı olduğunu hesaplayacağız. Kimilerinin ardına kaç bahar bıraktığını sayacağız. Kaç bahar sonra öleceğimizi düşüneceğiz.

Bu gece şehri dolaşmaya beş kişi çıktık. Havanın buz gibi olmasına aldırış etmeyenimiz bizi sokağa sürükledi. Hani milleti okuldan kaçmaya ikna eden biri olur ya, bu da ondan. En çok itiraz edenimiz ayağının altındaki gıcırdayan sesi dinliyordu yürürken. Nasıl işitiyorduysa artık. Bir diğerimiz ise hiç konuşmadan çıktı sokağa. Hâletiruhiyesi nedir tahmin edemiyorum. Patlak vermediği sürece problem yok diyor içimden bir ses. Devam ediyor, patlak verecek bir şey de olmuyor ki. Diğerimiz zaten dışarıdaydı. Eve girdiği yoktu. Arada malum muhite gittiğimde gönüllü çorba dağıtanlar arasından görüyordum onu. Ben hariç diğer üçü de haberdardır bu durumdan. Ona ayrı bir müsamaha gösteriyoruz birbirimizden habersiz. Bundan o da habersiz, haberli ama habersiz.

Sarı sokak lambasının ışığında süzülen kış mevsimini izleyerek yürüdük. Yalnız birimiz o gıcırtı sesini işitti, biz duymazlıktan geldik. Bunu en çok o seviyordu çünkü. Hep dışarda olanımız süzülen kışın sessizliğini böldü, Allah’tan geliyor bu kristaller, deyip avuçlarını açtı, yüzüne götürdü. Yaptığını kimse yadırgamadı. Hiçbirimiz bunu inkâr da edemezdik. E buna şüphemiz de yoktu. Öyle işte.

Derken ardımızdan birisi çıktı, önümüze geçti. Bizi dışarı çıkaranımız adımlarını hızlandırdı. Anladık ona sataşacak. Gittim koluna girdim. Nereye dedim. Görmüyor musun şu herifi, dedi. Eliyle adamı gösteriyordu; insan kendine hayran olan okuyucusunun yanından böyle geçer mi, hiçbir şey yokmuş gibi. Haklı, dedi birimiz. Önümüzdeki adam hızlandı hızlandı gözden kayboldu. Onun gözden kayboluşunu izledik. Bizimkinin kolundan çıktım, yatışmamıştı. Al işte ya, yav ben hikâyeyle ilgili bi şey sorcaktım ona, ne diye durdurdun beni. Bırak dedim, bırak merak ettiğinin cevabını sen ver. Haklı, dedi birimiz. Sen geçen bakkalda da görmüştün bu adamı, öyle demiştin, dedi başka birimiz. Buna ben de şahittim. Yani söylenene. Evet, görmüştüm ama o hava böyle değildi. O zaman yalın ayak da değildi. Ne alaka olum, dedi birimiz. Herkes sessizleşti, puflayıp yürümeye devam ettik.

Kış iyice bastırdı. Her şeyin şekli yumuşuyordu, köşelerinin keskinlikleri azalıyordu. Daha çok kalmalıydık dışarıda. Belki hareketsizce durmalıydık. Ya da ayağımızla kışı hissetmeliydik. Belki buydu derdimizin dermanı. Ama en öncesinde ne derdimiz vardı onu bilmeliydik. Ondan önce ise bilmenin ne olduğunu.

Söyle olum, dedim demin saçmaladığını düşündüğümüze. Ne söyleyeyim der gibi baktı. Ne biliyim bir şey söyle işte dedim susarak. Sustu. Bundan şüphe etmiyordum. Yani susacağından. Çünkü kastettiğim tam olarak buydu. Teşekkür ettim. Diğerleri anlamsızca baktı fakat sorgulamadılar. Susmaya devam ettik. Kış birikirken ayağımızın altında. Sokak lambalarının üstünde kış birikirken. Ve kırmızı mavi ışıklar kışı bölerken, kristallerin çıtırdamasına ışık tutarken. O ışığın peşinden gittik. Önce çok yakınımıza kadar geldi. Yanımızdan geçti. Işıklarını etraftaki binalara yayarak ve sesini gideceği sokaklara duyurarak. Gözden kayboldu fakat ışığı gökten inen kışı belirginleştiriyordu. Sesi derinden geliyordu. Birileri ağlıyordu ardında. Sesleri çokmuçokderinden geliyordu. Bu sesi en çok ayağının altındaki gıcırtıyı dinleyenimiz duydu. Gözleri bile dolmuş olabilir, bilemiyoruz.

Akreple yelkovan birbirini takip ediyordu. Her adımımız bir öncekinden yükseğe kalkıyordu. Gıcır gıcır ses daha çok kulağa doluyor. Kırağılaşmaya yüz tutmuş kış ağlama seslerini artırdı. Birimizin ayakları çok üşüdü. Birimizin elleri. Birimiz beş bahar diyor, diğerleri ne dediğini anlamıyoruz. Birimiz de kulaklarını kapatıyor. Yollanıyoruz eve. Sıcağın varlığını bilerek ve kavuşacağımızdan emin olarak. Ayağı üşüyenin ayağı, eli üşüyenin eli ısınıyor. Kulağını tutanın elleri iniyor kulağından. Şimdi hepimiz o sesi dinliyoruz. Ayaklarımızın altındaki o sesi. O sese karışan ağlamaları duymazdan gelerek ve bazımız da gerçekten duymayarak.

Tekrar o mücerret şeyin varlığını hatırlıyoruz. Evin kapısı görünüyor. Mahallemizi baştan sona kaplayan o mücerret şey. Her birimiz onu bu mevsime yakıştırıyoruz. Ve tekrar düşünüyoruz; baharın gelişinde bir sancı gibi düşecek cemreyle. Çiçeklerde ama en çok da menekşelerin morunda olacak. Kasımpatılardan gelişini hiçbirimiz anlayamayacağız. Ve küçük dünyamızı bütünüyle kaplamışken dağlardan yavaşça eteğini toplayacak endamıyla. Bıraktığı sıcaklıktaki sessizlikte o mücerret şeyi göreceğiz.

Anahtarı çevirdim, kapıyı örttüm. Paltomdaki kışı silkeledim. Kış yere döküldü. Paltomu asarken aynaya baktım. Hepimiz oradaydık, hepimiz arkamdaydı.

Durduğum yerden karşıdaki perdenin hareketlendiğini gördüm. Güneş geçiyordu perdeden, odayı kuşatıyordu. Ben perdeye, biz bana bakıyordu.

Hacer Noğman

-Öykü karlı bir havada geçecek. Yasaklı üç kelimemiz var: Kar, Soğuk, Beyaz.