YIĞINTILAR ALTINDA
Nereden yürüyeceğimi bilmiyorum. Yol görünmüyor artık. Derinliğini kestiremiyorum. Ayağımı attığım an boğazıma kadar gömülüyorum. Memleketten okumak için geldim bu dağ başına. Çok seviyordum son seneme kadar. Geçen senelerde de yağardı ama bu sene başka yağdı. Elektrikler kesilecek kadar yağdı. Camlar çatlayacak kadar. Çatılar düşecek kadar. Yollar kapanacak kadar. İki büyük şehrin tam ortasında, geçiş güzergâhında Bolu. Bolu Dağı’nı kapatmalarıyla İstanbul ve Ankara arası hat koptu. Kimse içeri giremedi. İçeridekiler de çıkamadı.
Ayağımı tekrar atıyorum. Bu sefer gömülmedim. Sadece buzu fark etmediğim için kaydım. Düştüm. Ama yere değil. Yığıntının içine gömüldüm. İçime kadar doldu. Buz gibi oldu. Bir haftadır aralıksız yağıyor. Ne zaman biteceğini kestiremiyoruz. Yağışın üçüncü günü telefon hatları kesildi. Memleketten haber alamıyoruz. Radyo yayınları zamanla kesilmeye başladı. Bu tipide çeken frekans bulmak oldukça zor. Ona rağmen okula devam ediyoruz. İzzet Baysal’ın vasiyetiymiş. Ne olursa olsun eğitime ara verilmeyecekmiş. Çığ düşse de gideceğiz anlaşılan. Yakutistan desen değil, Sibirya desen değil. Allah’ın Bolu’su. Bu fırtınaya ne gerek vardı?
Bu mevsimde Anadolu daha yorucu olur. Ayaz parçalar insanı. Bozkırın merhameti yoktur. “Anadolu’dan gelmişim ben, bu hiç!” diyordum başta. Zaman geçtikçe zemini kaybettik. Toprağı göremedikçe içim ayaklarımla boşluğa sürüklendi. Boyumu aşan bu yığıntı yaşamı hiçe sayıyordu. Ağaçlar altında kalmıştı. Eskiden göğü göremezdin ağaçlardan. Aralıksız yağış sonunda ağaçları göremez olduk. Tilkiler, sincaplar, kediler, köpekler ortalıkta gözükmüyorlardı. Ya altında kaldılar ya da bir ümit sığınacak yer buldular. Ama sanmıyorum, aniden bastıran bu tipide nereye sığınacaklardı? Nesini severler bu mevsimin anlamam. Ölüm demek bu mevsim. Fakirler için ıslak ayak demek. Yaşlılar için düştüğün an aylarca kırık demek. Çocuklar için bitmeyen hastalıklar. Sokağı ev olanlar için ölüm demek. Öğrenciler için ayaz demek. Çile demek.
Finaller aralıksız yağışın ilk haftasına denk gelmişti. Araçlar yolda kaldı. Her kampüs gibi burada dağ başına en tepeye yapılmıştı. Araçlar yukarı çıkamadığı için kampüsün girişine bırakıyordu. Yürümüyorduk. Yüzüyorduk. Boyumuza kadar gelmişken ne yapabilirdik ki? Herkes tek hiza açılan yolu takip ediyordu. Sınava zar zor yetişiyorduk. Fakülteye girer girmez üzerimizdekiler eriyince bir de ıslanıyorduk. Yollar açıldıkça kapanıyordu. Finaller bitse de memleketlere dönemedik. Yollar kapalıydı. Mevsim bitene kadar bu şehirde mahsurduk. Memleketin, bozkırın, kaderin esaretinden kaçarken başka bir şehirde özgürlüğün içine mahsur kalmıştık. Bazı insanların yaşamı esarety, kendisi mahkumdu. Galiba ben de öyleydim. Ondandır nereye gitsem bunalırım. Hızla gitmek isterim. Giderken bile gideceğim yerden sıkılırım. Bundandır zamanla kalmaktan nefret ettiğim kadar gitmekten de nefret ettim.
Neden gelmiştim ki bu şehre? Okumak için. Okudum. Bölüm birincisi oldum. Sürekli gezdim. Yeni yerler insanlar hayatlar tanıdım. Ama yetmedi. Zihnimin uyuşukluğu geçmedi. Hızla zamanı, mekânı, insanları, hayatı değiştirdim. Yine de yetmedi. Esaretimin getirdiği uyuşukluk hızıma yetişti. Bir taraf ne kadar parlasa da çürüyüşüm hızla yayıldı. Belki de gerçek şeklimdi çürümüş hâlim. Dışarıda yağışın altında kalan çiçekler de çürümüştü. Benim çürümüşlüğümü hangi örtü saklayacaktı?
Yağışın kaçıncı günü bilmiyorum artık. Yavaşlamıştı. Ağır ağır yağıyordu. Acelesi yoktu artık. Her yeri kaplamıştı. Her yerdeydi. Herkesi yutmuş, her yere tutmuştu. Ağır ağır lapa lapaydı. Çocuklar sevinçle karşılardı ya bunu aaa … yağıyor. Zamanla yağdığını unuttuk. Hep oradaydı sanki. Gözlerimiz hareketine alışmış, tenimiz değişine alışmıştı. O doğanın bir parçası değil ta kendisi olmuştu. Suratlarımız donuklaştı, hareketlerimiz yavaşladı. Kışın kendisine dönmüştük. Güneş uzun zamandır açmıyordu. Sadece kara bulutlar gökten yere dökülüyordu. Gerçi uzaktaki dağlarda bulutlar yerden göğe yükseliyordu.
Çok nadir cızırtısız çeken radyo yaşamla bağımızdı. Yurt müdiresinden gizlice toplanır dinlerdik. Tabii bitmeyen ağlama krizlerinden mola verenler ara verdikleri sürede felaket tellallıklarıyla ciğerimizi sömürüyordu. Yok kıyamet koptu. Yok gök yarıldı. Mikail uyuyakaldı. Evrimin kaçıncı aşamasındayız. Doğa bizden intikam alıyor falan falan. Bitmeyen senaryoları iki akşam keyfimizi de zehir ediyordu. Anadolu çomarlığımı konuşturarak kovdum hepsini tabii. Neymiş kabaymışım, Anadoluluymuşum, cahilmişim… Alacam ayağımın altına hepsini görecekler süsünün kökünü. Batılılar fazla hassas. Doğuluyum ben. Anadolu’nun doğusundan gelmişim. Toprağım sert. Kırın mırın konuşamam davranamam. Kimseyi şikarlandıramam. Zaten yaşam kaygısından fırsat buldukça varoluşsal krizlerimle uğraşmam gerekirken milletin şımarık veletleriyle uğraşamam. Bu hapsolunmuşluğun en kötü yanı anlaşılmamak oldu. Ne toprağım bir bunlarla ne çilem…