Memleketin Yüz Karası

Fatma Ünsal

Kelimeler: reçel, savaş, ipek böceği.

MEMLEKETİN YÜZ KARASI

Yirmiyedi Rıza Efendi, Çin diyarına sürüldüğünde daha kırkını bile bulmamıştı. Gencecik, fidan gibi sayılmazdı ama yine de yaşlı değildi. Uzaktan akrabalarının kızı Behice’yle yeni evlenmişlerdi. Muallimdi. Fen muallimi. Mektepte bilmem ne müdürünün oğlunun kulağını hafifçe çekince kendisini mektebin kapısında buldu. Sonra. Sonrasını efendime söyleyeyim, kayınbabasının zahireci dükkânında buldu kendini. Kayınbabası zahire yerine kaçak tütün satınca komple dağıttılar bunların mekânı. Rıza Efendi’nin nasibine de Çin düştü. Çin’e yollanacak kadar büyük bir suç muydu ki bu? Velev ki değil, itiraz mı edeceksiniz? Velev ki ettiniz. Hangi kapıya?

Çin diyarına geldiklerinde oranın Türk sefaretinden kalacak yer ayarlanmasını talep ettiler. Eh, sürülmüş adama köşk ayarlanmaz ya. Bunlara da iki gözlü bir pin ayarladılar. Çarşısına pazarına çıktılar ev düzmeye. Kaşıktan âciz bir memleket idi burası. Kaşık düşmanları mıydı yoksa bunlar? Zar zor ayarladılar eşyalarını da başlarını sokacak hâle getirdiler. Rıza Efendi, sefaretin çay ocağına alındı. Behice ise sefaret çalışanlarının çocuklarına elif-ba öğretmekle meşgul oldu. Geçim düzene binene kadar zor. Onların da düzen yerine gelince tıngır mıngır yaşamaya koyuldular.

Gel zaman, git zaman. Rıza Efendi’nin gözü açılmaya başladı. Sefaret mühim adamlarla dolup taşıyordu. Memleketin mühim adamları, Çin’in kallavi temsilcileri eksik olmuyordu buradan. Rıza Efendi, işinin olmadığı zamanlar bu mühim kapılardan eksik olmaz idi. Kulağı istemeden kapıya dayalı oluyordu. Belki fırsatını bulur da memlekete yol açılırdı. Gayesi bu idi. Zira buraların havasına da suyuna da alışılacak gibi değildi. Efendim o yemekler neydi öyle? Bir de çok kalabalık idi burası. Yolda normal hızda yürümek tabi değildi. Kalabalığa girince kapılıp gidiyordun bahtının rüzgârına. Artık kalabalık nerede seyrekleşirse kurtulabiliyordun bu hâlden.

Yine böyle bir gün çayları mühim zevata dağıttıktan sonra, büyükçe ve verniği çokça bir kapının önünde buldu kendini Rıza Efendi. Çin’in mühim ipek tüccarı, sefirle görüşüyordu. İçeride hararetli bir pazarlık vardı. Rıza da dışarıda heyecanlanıyordu. Vay babam vay, paraya bak paraya, diye kendi kendine konuşurken oradan geçen üstünden başından beyefendilik akan bir memurun aşağılayıcı bakışına maruz kaldı. “Ne bakıyorsunuz beyefendi? Hiç mi paranın çokluğuna şaşıran insan görmediniz?” diyecek gibi olduysa da demedi. Çünkü nezaket. İpek tüccarı ipek böceklerinin kalitesini öve öve bitiremiyor, ipeklerinin bu civarın en kaliteli ipeği olduğu hususundaki kelamlarını peş peşe sıralıyordu. Bunların ipek böcekleri, en kaliteli dut yaprağını yeseler de yemeseler de Hikmet-i Hüdâ’dan en kaliteli ürünü veriyorlarmış, öyle anlatıyordu tüccar. Çin hükümdarının kat’i kuralını da yineleyip duruyordu: Zinhar bu böcekler ülke dışına çıkarılmaya. Yoksa ipek tüccarlarının hepsinin kellesinin gideceğini defaatle bildirmiş. Eh, can mı tatlı ipek böceği mi? Tabii ki ipek böceği. Rıza Efendi, bunları dinlerken aklından elli tilkinin koşuştuğunu hissetti. Hem hükümdar Rızalar ülke dışına bu böcekleri çıkaramaz dememiş ki? Tüccarlar çıkaramaz demiş. O saat orada bir plan kuruverdi. Tüccarı da evine kadar takip etti.

Nasip bu ya, tüccar ve ailesi o günün akşamında evlerinden ayrılıp bir seyahate çıktılar. Rıza Efendi, durumu fırsat bilip yanına kendisi gibi civan birini de ayarlayıp tüccarın evine giriverdi. Meraktan. Şu ipek böceklerini yakından görüverse ne olacak? Baktılar ki evin yanında ev kadar lüks başka bir bina. Sessizce oraya yaklaştılar. Kapıyı zorlaya zorlaya açtılar. İçeride dolaptan başka bir şey göremediler. Dolaplarda sıra sıra kavanozlar. Kavanozlarda un mu toz mu ne olduğu belirsiz şeyler. Sinirlenip bir iki dolabı yerle yeksân ettiler. Sonra diğer adamın kafasına dank etti. Beyim, dedi. Ya bunlar ipek böceği yumurtasıysa? Rıza Efendi o saat anladı ki bu adam zekidir. Onu kandırmalı ve buradan yollamalı. “Yok daha neler?” dedi. “Hiç yumurtaya benzer hâli var mı bunların? Yumurtanın şekli malumdur. Latife etmeyesin efendi.” Adam Rıza Efendi’nin bu üsttenci tutumu karşısında dedi ki: ”Yok bu adam pek zekidir. Nasıl da anladı bunların yumurta olmadığını.” Derken derken Rıza Efendi, belki hanıma lazım olur diye heybesine on kadar şişe attı. Oradan da sessizce ayrıldılar.

Gece sabaha kavuşmadan Rıza Efendi, allem etti kallem etti. Hanımını buradan derhal ayrılmaya ikna etti. Apar topar ayrıldılar evlerinden. Üç beş parça kıyafet ve on şişe ipek böceği yumurtasıyla yola revan oldular. Tabii hanımının yanlarında çalıntı mal taşıdıklarından haberi yok idi. Zavallıcık. Çok çetin geçen yolculuktan sonra memlekete ulaştılar.

Uğursuz uğursuzu bulmakta zorlanmaz. Durup dururken atasözü icat ettik, iyi mi? Rıza Efendi de sözümüz meclisten dışarı kendi gibi birilerini buldu ve Çin’den kaçak getirdiği ipek böceği yumurtalarını iyi fiyata okuttu. Bir kısmıyla da kendisine bir ipek böceği çiftliği kurdu. Gerçekten de bu ipeklerin benzerini daha önce görmemiş idi. Tez zamanda çorabı dahi ipekten, memleketin en zenginlerinden olup çıktı.

Çin ise o gittikten sonra karıştı. Çin sarayını kırk çerisiyle basan Kürşat’tan sonra böyle karışıklık görmemiş idi ülke. Hükümdarın kulağına ülke dışına sızdırılan ipek böceği tohumları gelmişti. Buna sebebiyet veren tüccar, mahiyetiyle birlikte biçilmişti. Ülkedeki çoğu ipek tüccarı ise korkudan kaçıp sırra kadem bastılar. Eh, can epey tatlı ne de olsa.

Hükümdar, yumruğunu masaya şiddetle vurdu ve baş yardımcısını çağırdı: Hazırlanın, dedi. Türk iline savaşa gidiyoruz. Oradakiler birbirlerine bakıştılar. Aman efendim, dediler. Oraya varmadan yarısı ölür yorgunluktan. Yarısını da onlar biçer. Gelin vazgeçin. Artık olan oldu. İpek sevdasına canlarımızdan olmayalım.

Hükümdar düşündü. Haklı buldu yardımcılarını. Ama kendisini en haklı buldu. Türk iline mektup yazılmasını buyurdu. Ya o haini teslim edecekler ya da ne pahasına olursa olsun Çin ordusunu sınırlarında bulacaklardı. Sefarete hükümdarın mektubu ulaştığında korkudan değilse de hiddetten Rıza Efendi’nin tez zamanda Çin’e tekrar getirilmesi için memleketin ileri gelenlerine mektuplar yazıldı. Bu yüz kızartıcı hadisenin bileti koca ülkeye kesilmemeliydi. Vereceklerdi haini.

Rıza Efendi apar topar ülkeden çıkarıldı. Ettiği ortaya çıkınca da zaten çevresinde barınamadı. “Lakin,” dedi. “Lakin izin verin. Yanıma istediğimi alayım.” Kavanoz kavanoz dut reçeli aldı yanına. Hanımcığı boynuna sarıldıysa da tez kopardılar Rıza Efendi’den. Çin’in yolunu tuttular.

Önce sefarete getirdiler. Orada epey hırpaladıktan sonra getirdiler Çin sarayının önüne attılar. Hükümdarın önüne getirilen Rıza yaprak gibi titriyordu. Eh, titremesin de ne yapsın? Ömür sermayesinin tükendiğini seziyordu.

Epey azar tazardan sonra beklenen hüküm geldi: İdam. Rıza Efendi yarın sabah güneşle birlikte kafasıyla vedalaşacaktı. Son bir kez çabaladı Rıza Efendi. “Ne olur hükümdarım,” dedi. “Ben cahil bir adamım. Size hediyelerle geldim. Şu leziz nimetlerin hatırına affedin beni.” Hükümdar kaba bir kahkaha fırlattı: “Hediye dediğin şekerde kaynatılmış meyvedir. Sabahtan vazgeçtim, şimdi vurun kellesini.” dedi.

Rıza Efendi yalvar yakar durdurdu adamları. “Şunların tadına bakın, sevdiğinizi göreyim, bari öyle öleyim.” dedi. Hükümdar, bir baş hareketiyle durdurdu adamları. Sonra bir kavanoz açıldı. Hükümdar önce çeşnicibaşına tattırdı. Baktı ki çeşnicibaşı duramıyor, kavanozu elinden aldı. Kendisi yemeye koyuldu reçeli.

Yedikçe yiyor. Yedikçe yiyordu. Maiyetine bundan çokça imal edilmesini buyurdu. Saray aşçısı bunun ne olduğunu bilmediğini söyledi. Ee, Rıza Efendi biliyordu? Eğer şimdi kellesi gitse, reçelden olacaklardı.

Hiç böyle bahane mi olur? Reçel koca koca suçları affettirir mi?

Böyle bahane tabii ki olur. Dünyada işler bahaneyle yürürdü.

Yürüdü de.

Yürüyecek de.