Sen Giderken Kalıyor Geride Gidenler

Hacer Noğman

Siyah beyaz fotoğraftaki yüzlere bakıyorsun. Her birinin yüzünde çizgilere yerleşmiş umarsızlığı okuyorsun. En çok da anneninkini. Aile fotoğrafımız, diyorsun içinden. Yüzlere tekrar bakıyorsun. Kendine ilkin. Sonra annene, babana, ağabeyine, kardeşine. Sonra tekrar kendine. Henüz beşinde belki de altındasın. Senin yüzünde bu umarsızlığın ne işi var, soruyorsun kendine. Cevap vermiyorsun. Ortada hiçbir şey yokken, anne ve babanın yüzündeki çizgilere doluşan duygulara anlam vermeye birçok sebep varken. Sen neden bu hâldesin? Cevap veremiyorsun.

Yıllardır açılmayan albümün tozları eline bulaşıyor. Tıpkı evde olduğu gibi. Tozlu elinle birbirine yapışmış sayfaları ayırırken çıkan sese karışıyor elindeki toz. Başka bir fotoğrafa geçiyorsun Eviniz çıkıyor karşına. Dört gözlü, altı pencereli, sıvalı eviniz. Sonra hemen yanında dut ağacı. Kemal’le ipek böceği avcılığınızı hatırlıyorsun. Daha da eski zamanlar çıkıyor bir köşeden; dutları ipek böceği sandığın zamanları anımsıyorsun. İpek böceklerinin ne kadar çok gözü var deyişini, onların pekmez ve reçel yapılırken ağlayışını ve anlam veremiyorsun insanlara; nasıl yiyorlar ipek böceğini. Çok sürmüyor bu sanış. Tekrar dönüyorsun Kemal’le av serüvenlerinize.

Kemal işitmiş, ipek böcekçiliğinden para kazanabiliriz, diyor sana. Çarşıdaki Kahveci Niyazi’den duymuş. Bunu duyunca hemen başlıyorsunuz ipek böceği aramaya. İlkin sizin dut ağacına bakıyorsunuz. Bir şey bulamayınca etraftaki dutları yokluyorsunuz. Komşu dutlardan dört ipek böceği buluyorsunuz. Bunları hanginiz evine götürmeliydi? Kimin annesi kabul ederdi? Kemal’de karar kılıyorsunuz. Kemal ipek böcekleri için divanının altını mesken tutuyor.

İki gün oldu, üç gün oldu, hafta oldu. Dut dut gezdiniz. Dut yapraklarıyla eve döndünüz. Bunun nesinden para kazanacağız, diye soruyor Kemal. Kahveci Niyazi’ye uğramalıyız, diyorsun ona. Henüz bıyıklarınız terlememiş, Niyazi size her şeyi teferruatıyla anlatıyor. Şimdi diyorsun, o hâlinizle sizi adam yerine koydu ya, ne büyük adammış Niyazi. Hafta ikiye katlanıyor. Böcekleriniz artıyor. Kimisi kozalaşmaya duruyor. Kozalar çatlıyor, içlerinden kelebekler çıkıyor. Yumurtalarını bırakıp hemencecik ölüyorlar. O zamanki hüznünü hatırlıyorsun. Sonra hayatın tam da böyle olduğunu. Kozaların tekini bilmem kaç liradan satıyorsunuz. Kırkıyla ancak beş bilye alabiliyorsunuz. Sonraları anneleriniz öğreniyor ne yaptığınızı. Önce hafif öfkeyle karşılıyorlar. Neden sonra siniyorlar; sizin için dut yaprağı bile topluyorlar.

Dut ağacı tekrar netleşiyor fotoğrafta. Kemal, diyorsun, hangi yabancı şehrin bağrında dövülüyor bağrın? Hangi el memleketini yeğledin buraya? Elinle cebindeki bilyeleri yokluyorsun. Kalan üç bilyeyi. Birkaçı da Kemal’de, biliyorsun. Ne kadar zaman geçmiş, diye düşünüyorsun. İçerliyorsun. Neye, kime, bilemeden. Belki zamana. Ama öyle de olmaz diyorsun içinden.

Bir başka fotoğrafa geçiyorsun. Siyah önlüklü sen. Yakalığında a be ce. Sana mahsus alınmış ilk kıyafet, önlüğün. Önlüğünün eve geldiği ilk günü, benim için alındı bu kıyafet, diye düşündüğün zamanları hatırlıyorsun. Önce hızlanıyor solukların. Sonra derin bir nefes alıyorsun. Özelsin, bunu hissediyorsun. Bunun ne güzel duygu olduğunu. Güzellerin zamana karşı yaptığı savaşta onların kazandığını düşünüyorsun.

Bir başka fotoğrafa geçiyorsun. Yine eviniz var. Bir önceki fotoğrafta itelediğin hatıralardan kaçışın olmadığını anlıyorsun. Fotoğrafta siz varsınız, avluya dizilmişsiniz. Baban, annen, ağabeyin, sen, kardeşin. Kim çekmiş bunu acaba, diyorsun bir cevap olmadığını bilerek ama en çok da bilerek yok yere konuşmanın pişmanlığıyla. Babanı başından ayağına doğru izliyorsun. Bir bacağı dizinde bitiyor. Hatırlıyorsun belleğindeki hayal gibi anları. Henüz dört yaşındasın. Yanan sobanın çıtırtıları dışında odada başka ses yok. Odunların yanarken çıkan patlama seslerine benzer bir ses işitiyorsun ilkin. Odun sanıyorsun. Başkasını bilmiyorsun çünkü. Aynı sesi fakat daha yakından, tekrar işitiyorsun. Annenin gözlerine bakıyorsun. Ne gördüğünü yıllar sonra anlıyorsun. Ağabeyine bakıyorsun. O da annene bakıyor. O, annenin gözlerinde bir şeyler gördüğünü belli ediyor. Bunu da yıllar sonra anlıyorsun.

O akşam baban eve gelmiyor. Bir sonraki gün de. Sonraki gün de. Bunların hepsini yıllar sonra öğreniyorsun. Onuncu günde baban geliyor. Ama eski baban değil. Babalar ayaksız olur muydu diyorsun içinden ama annene bakmayarak. Annene bakarsan ne düşündüğünü anlar diye korkarak. Annen tek kelime etmiyor size yahut sen hatırlamıyorsun. Babana bakamıyorsun. Baban eksik. Annendeki eksikliği yıllar sonra görüyorsun ve ağabeyindekini de. Sonra aynada kendine bakıyorsun. Sendeki eksikliği de yıllar sonra görüyorsun. Yüzündeki çizgilerde yer yer bu eksiklik.

Duyuyorsun oradan buradan; savaş çıkmış, evler yağmalanmış, dağlardaki evleri yakmışlar, ibadethaneleri patlatmışlar. Bu kelimelerin çoğunu tanımıyorsun. Zamana izin veriyorsun kelimeleri sana tanıtması için. Babanın eksik olduğunu sana anlatması için. Annendeki eksikliği sana göstermesi için. Bu olanlar ne diye sorduğunda sen anlamazsın diyenlere karşılık, büyümeyi de zamana bırakıyorsun.

Baban henüz toparlanmışken bastonla temrin yapıyor. Babanla gittiğin camilerde karşılaştığın dedeler geliyor aklına. Yanlarında sen gibileri; dede diyorlar ak sakallılara; esanslar, tesbihler, ağır aksak yürüyüşler ve bastonlar. Bastonlar! Eyvah! Üzülüyorsun babanı bastonla gördüğünde ama belli etmiyorsun. Ona bakamıyorsun anlar diye. Gözlerin doluyor ama hayır. Baban üzülür biliyorsun. Annen de. Göz altı torbalarından tutup hafifçe öne çekiyorsun. Gözyaşların torbalara iniyor. Babana yardım eden annene bakmadan oradan ayrılıyorsun. Biliyorsun ölüm yaşlıların kapısında tokmaktır.

Fotoğraf netleşiyor. Babanın dizinde göz bebeklerin. Bir başka fotoğrafa geçiyorsun. Sonra bir başkasına. Bir başkasına.

Çıkıyorsun odadan. Annenle babana ağladığını belli etmemek için çıktığın gibi. Odalara yayılmış ıssızlık kokusunu dağıtmak istiyorsun elinle ama olmuyor. Odaları geziyorsun. Her yere nasıl eşit dağılmış bu koku diye düşünürken kimi yerde artıyor koku. Küf yeşilden bir koku. Döşemeler gıcırdıyor. Mutfağın bir köşesinde üst üste kavanozlar gözüne çarpıyor. Şekerlenmiş reçeller. O günü hatırlıyorsun; annenin bahçede koca kazanda kavanoz kavanoz dut reçeli kaynattığı günü. Konu komşunun toplanıp onu bunu çekiştirdiği günü. Ölmeyen insanların yaşadığı günü.

Ateşin dumanı göğe koşarken bir feryat bitiyor bahçe kapısında. Annen işte o zaman daha çok eksiliyor. Reçelin fokur fokur sesi büyüyor da kulaklarına doluyor sanki. Annen çığlık atıyor. Dumana karışıyor sesi. Gök kararıyor annen bağırdıkça. Reçel fokur fokur ettikçe annen bağırıyor. Kardeşin annene sarılmak istiyor fakat korkuyor bir yandan da. Annenin bağırışlarından, kadınların çığırışlarından korkuyor; oradan uzaklaşmak isterken kazana değiyor eli. O günden bir iz kalıyor onda. Sonra nereye gidiyor görmüyorsun. Ağabeyini arıyor gözlerin. Göremiyorsun. Kadınları hayretle izliyorsun. Sanki senin sesini de almışlar, öyle bağırıyorlar. Babam, o gün tamam oluyor diye düşünüyorsun sonraları. Annemi daha çok eksilterek, diye ekliyorsun. Biliyorsun yoklukların tamlara denk olmadığını. Bir zaman sonra annem de tamam oluyor, diye düşünüyorsun şimdi. Şekerlenmiş reçellere bakarken.

Çıkıyorsun evden, bahçeden. Ardında dut ağacını ve evinizi bırakıyorsun. Çarşıya doğru yürüyorsun. Gördüğün dut ağaçlarına göz atıyorsun. İpek böceği var mı diye yavaşlıyorsun. Yıllar önceki heyecanını duyumsuyorsun birdenbire. Bu duyumsama gülümsetiyor seni. Devam ediyorsun yürümeye. Kahveci Niyazi’nin kahvesini görüyorsun. Camları sararmış kahvede in cin top oynuyor. Yaklaşıyorsun fakat tozlu camlar içeriyi görmene müsaade etmiyor. Daha çok yaklaşıyorsun. Camın dibinden içeriye bakıyorsun, masalarda dağınık duran birkaç gazete. Renkleri solmuş güneşten. Niyazi’nin masasında el yazması bir kâğıt: ‘ipek böçekçiligi için kahveçi Niyazi”ye gelin’. Kâğıdın yapıştığı camda bant izi. Tıpkı Niyazi’nin çarşıda bıraktığı iz gibi. Oradan uzaklaşıyorsun ellerin cebinde, üç bilyelere dokunarak. Sanki dut yaprağının kokusunu duyumsayarak. Kahveci Niyazi’nin ortadan kaybolduğu günü anımsayarak.

Bu yolun nereye çıktığını bilmediğin bir yol olmasını diliyorsun fakat öyle değil, adın gibi biliyorsun. Nereye gidersen git içinde özlemini duyacağın, vardığındaysa özleminin bu yere ait olmadığını bildiğin bu yerden uzaklaşıyorsun. Geride fotoğraflar bırakarak; anneni ve babanı da. Eksik babanı. Annende eksikliği. Bırakarak gidiyorsun.

Hacer Noğman

kelimeler: savaş, reçel, ipek böceği.