Vuslata Değin İnsan/2

Hacer Noğman

VUSLATA DEĞİN İNSAN-atölye hafta 53

VUSLATA DEĞİN İNSAN/II

Bir adam düşüyordu. Adına Adem denen bu adamın aylar önce ortadan kaybolmasını kimse fark etmemişti. Düşüşünde olduğu gibi.

Bir tepede taş oyuğunda yaşanabilirmiş. Yaşadım da anladım.

Kırk haneyi seyre daldım. Hatıralar bir film şeridi gibi önümde. Şuramdakinin gittikçe karardığını, yıllarca orada bir zerre ak aradığımı gördüm. Bulabildim desem yalan olur. Varsa eğer bir zerre ak, bu tepenin karanlığında belki parlar da görürüm. Görebildiğime şükrederim diye aylar öncesinde yolu tutup buraya geldim. O gün düşmeye başladım.

Ayların ilkinde, düşmeye başlamışken, mavi yel yüzümü okşarken, her yer çocuk sesleriyken. Şakımalarıyla tarlalarda koşuşturan çocukları, bizleri görüyorum. Ana babalarımızın şakaklarından toprağa dökülen ve hemen sonrasında paraya dönüşen terler; paranın sıfatı bir kelime, ekmek. Süt kokulu ağızlarımızın elif be ile haşır neşir oluşlarını işitiyorum. ‘Ze-he-be, peltek ze ile.’ Kardeşimin bana emanet edilişiyle büyümemin ilk idrakini yaşıyorum. Genişliyor omuzlarım. Omuzlarıma sığdırıyorum kardeşimi. Sofrada bir kaşık eksiliyor. Unutuyorum kaşıkları bir eksilterek sofraya getirmeyi. Kimse ses etmiyor. Latin harfleri öğreniyorum. A, be. Be değil, b; e’si yok. Ata bakan Ali, Ayşe. Fişlerimden biri kayıp; Ayşe ata bakıyor ama Ali yok. Fişi kardeşim sobaya attı diyemiyorum. Yüzümde beş parmak izi. Biraz daha büyüyorum. Ne atın hükmü kalıyor ne Ayşe’nin. Ali’den zaten haber yok. Namaza başlıyorum. Zamm-ı surelerim ihlasla kevser. İlk orucumu tutuyorum. Annem yardım ediyor; yarısını o tutuyor. Düşüyorum.

Düşüşümün ikinci ayı, ömrümün ikinci onluğu. Elim çapa tutuyor. Toprağa ter dökenlerin arasındayım. Eve para götürüyorum, adı ekmek. Tarladan yol geçecek diye yollanan adamlara karşı, yolun ortasına boyluca uzanan adamı görüyorum. “Vermem toprağımı” diyor. Çok gitmiyor, o adamın evinden bir kaşık eksiliyor. Tanıyorum o zaman toprağı. Biliyorum artık onu. Sonraları ‘dava’ kelimesini öğreniyorum. Başına ‘kan’ sıfatını ekliyorlar. Biraz daha büyüyorum. Anlıyorum dünya kimseye kalmaz. Düşüyorum.

‘Yaşın geçiyor’ yaşlarımdayım. Üçüncü onluk. Henüz gencim. Çıkamadım bu kırk haneli hengâmeden. Yeni yeni idrak ediyorum; kat sayıları, ev başına düşen oğul sayısını gösteriyor. Zaman zaman gidiyorum tarlaya. Sarıdan toprak. Mustafa Amcanın yüzündeki sarıdan. Gözlerindeki beyazlığa dolan sarıdan. Sarıdan bir toprak, altında Mustafa Amca. Görüyorum ki bu renk, ölümün rengidir. Kaç kişide rastlaştık onunla. Alıyorum o rengi, cebime koyuyorum. Yanımda taşıyorum. Çok geçmiyor, bakıyorum ki henüz yirmisinde göçen delikanlının yüzünde o renk yok. Anlıyorum ki her renk tabidir ölüme. Bu idrak yıllarca oyalıyor beni. Düşüyorum.

Anca yarılıyorum yolu. Bakıyorum yolun başında bile değilim. Olduğum yeri de ben bulmadım. Bulmak bu değil midir? Değilmiş. Pek uğramıyorum tarlaya. Dizlerim yağmurun habercisi artık. Çokça düşünüyorum. Düşerken. Anlıyorum, ektiklerimiz biçilirken hareketsiz bekleyecek bedenlerimiz. Ne diyeceğiz diye düşünüyorum. Bu kelâmı yaveleyerek ömrümün yarım asırına emekliyorum. Düşündüğüme karşılık bir şeyler arıyorum. Cebimde o renk var. Ona baktıkça eksilen kaşıkların yankılarını, onca yükselti toprağı, toprağa boyluca uzanan o adamı düşünüyorum. Düşüyorum.

Yarım asır geçti. Sorsanız hâlâ düşüyorum. Ne anladın, diye sorsalar, edecek tek kelimem yok. Cebimdeki şu şeyi gösteririm.. Diyorum, gitmeli bir yere. Gidiyorum. Gidebildiğim tek yer tarla. Yolum orada bitiyor henüz. Devamı var biliyorum. O adamın boyluca uzandığı yerden geçip eve gidiyorum. Tek kaşık. Ses çıkarmıyor. Böyle de yaşanır. İnsan ölmedikçe yaşar. Düşüyorum.

Kapım çalınıyor. Takım elbiseli biri. “Günlerin doldu.” Malum melek böyle mi görünecekti? Gitmenin vakti gelmişse demek. Bir telaş sarıyor beni. Hazır değilim. Kim hazır olmuş ki o anda? “Emekli yaşın gelmiş.” Bir hüzün bitiyor yüreğimde. İnsan ne zaman memnun olur? Her ayın bilmem kaçında şuraya git, şunu yap diyor. Gidip kalmanın arasındayım. O günden sonra her gün, kapım çalınacak diye korkulu yaşıyorum.

Yetmiş senenin sonunda, yol beni bu tepeye sürükledi. Bugün yedi ay oldu geleli. İçimde sonu gelmeyen bir hasretle yaşıyorum. Zuhra bürünenlerin aslı beni tüketiyor. Sonda olana hasret... Azarlanıyorum fakat fişimi kaybettiğim için değil. Omuzlarım küçülüyor. Hırkam büyük geliyor. Cebimdekinin rengi soluyor. Çapa tutan ellerimdeki nasırlar, otuzüçlüklere karışıyor. Hepsi birden toprak sarısına bürünüyor. Biliyorum elbet biraz toprak yeter.

Düşüyorum. Yol buraya kadarmış. Yetmiş sene bana hâmil olan dünyaya yedi ay daha eklenmiş. Düştüğüm yedi ay. Doğuyorum şimdi. Bana sorsanız erkendir derim. İnsan ne zaman memnun olur ki? Kırk haneden bir hane eksiliyor. Hanemizin son kaşığı da susuyor. Kalan otuz dokuz hanenin bana dair ettiği son cümle ‘Helal olsun’ oluyor. Düşüyordum, kondum.

Hacer Noğman

Görev: Eski öykülerden birini sadeleştirme: Öykünüz iki sayfadan az ise, toplam kelime sayısının %20'si kadar; iki sayfadan fazla ise, %25'i kadar kadar kelime çıkarın.