Çok Kere Ölmek

Fatma Ünsal

Kılıcını kaldırdı ve adamı ikiye biçti. Kılıcını. Çevik bir hareketle, kafasının üstünde tam tur döndürerek kaldırdı. Adam iki parça iki yana düştü. Niye şaşırıyorsun? Yapamaz mı? Yani her gün birileri birilerini bin parçaya bölüyor. Bölmekle kalmıyor, yakıyor küllerini etrafa savuruyor. Ganj’a dökse bir kutsaliyeti olurdu ama sokağa, kedinin köpeğin işediği yere savuruyor. Kaldırdı, en ilkel silahını. En parlak ama en keskin olmayan, en az parçaya bölebilen silahını. Böldü.

Adam yerde kanlar içinde kaldı. Eki sil, kelime ekle nokta boşluk. Adam yerde kan gölü içinde kaldı. Diğeri, bir şey olmamış gibi kılıcı omuzunda terk etti orayı. Dudağına yakından bakanlar, ıslık çalarak uzaklaştığını anlarlardı. Yine şaşırdın. Katillere dair bir fikrin yok senin. Ağzın süt kokuyor. Katilin gözünde donmuş bir ışık olur. O ışık olay mahallinde işine yarar. Radar gibi bir şey. Ne bileyim. Gözünde sakinleştirici taşımak gibi. Katil, katilliğini kabul etmez ama. Öç aldım, der. Şerefsizin tekiydi, der. Yan baktı, der. Ne biçim dünya? Kimse ismini kabul etmiyor. Ortalık sahipsiz isimden geçilmiyor. Bu isim kabul etmeme olayını sen başlattın Kabil.

Ama o, katil olduğunu kabul ediyor. İnsan biçti az önce. Ekin biçer gibi. Su içme rahatlığında. Bak yine şaşırdın. Niye şaşırıyorsun birader? Zayıf bir anını yakaladıklarında. Hani o çaresiz kaldığın. İşte beceriksizleştiğin o an. Hiç mi biçilmedin? Kan çıkmadı sen devrilmedin diye biçilmedin mi sandın? Şaşırma. Mahşere biçile biçile gidiyoruz. Kalan sağlar kimindir?

Yabancısı buraların. Kiralık. Öldür de gel, demiş efendisi. Efendi. Seni ihya ederim. O hain, bir avuç altına sırrımızı verdi yabana. Öldür. İkiletmemiş. Altın sevdası, hırs ya da başka şey. Ne fark eder? Düşmüş yola. Onu durduracak ayak bağı da yok. Adamı biçecek ve geri dönecek. İhya olacak. Eğer vicdan denen o memuru komple öldürdüyse yaşadı. Dünyayı öyle bir yiyecek ki doymayacak. Ağaçlar kürdanı olamayacak kadar küçük kalacak. Öyle bir yiyecek ki. Görenler bu hâle şaşacak. Tüm denizleri içse gözü uzaydaki buz kütlelerinde olacak. Acaba Mars’ta su var mı?

Atıyla uzaklaşmaya koyuldu. Dönüyordu. Arkasında toza bulanmış sefil köyler. Üstü başı perişan köy çocukları. Yaşmağından yüzü görünmeyen dolayısıyla ne hissettiği anlaşılmayan köylü kadınlar. Yanlarından geçen bu atlıyı yabansı izlediler. Ne bilsinler onun az önce bir cana kıydığını? Bilseler ne olacak? Ürperirlerdi belki. Taş atar indirirlerdi attan. Tükürüğe boğarlardı. Yok canım, bir şey yapmazlardı. Gün içinde kaç eli kanlıya rastlıyorlar da başlarını çeviriyorlar öte yana. Sıra onlara gelince ses çıkarıyorlar. Bıçak boğaza dayanınca. Atını dehhaladı ve bir hana kadar durmadan sürdü. Bir şey yoktu aklında. Vicdanında bir kıpırdama da yoktu. Hain hakladım rahatlığı da yoktu. Evet, vicdan denen o memuru komple öldürmüş. Rahat. Birileri suçundan sebep rahatsa başkalarına daha fazla yük demek bu. Onun o leş suçu başkalarına, dağa, taşa, toprağa bulaşıyor. Menfi hava deyip durdukları şey bu. İnsanı huzursuz kılan.

Hana vardığında yorgundu. Önce kuruyan dilini damağını serinletti. Sonra kavurma. İştahla, çiğnemeden yedi de yedi. Yer tabii. Bu hân-ı iştihâ kimin? Altınları hancının avucuna atıp çıktı. Kara kavruk bir oğlan atını getirdi. Oğlan durakladı. Bahşişini alınca sevine sevine hana döndü. Atına atladı. Yeleleri havalanan at, bir katili nasıl bu kadar hafif taşıyordu? Hayret. Yükün ona kilo hesabı gelmesi ne nimetti. Ata yani. Bir yol ayrımına geldi. Nereye? Aslında yolu biliyordu. Gelirken buradan gelmemişti dikkat çekmemek için ama kısa bir keşifle burayı da kullanabileceğini anlamıştı. Etrafa bakındı. Kimseler yok. Önünde uzanan bayırlı arazi, bilinmezliğin cisim hâli gibiydi. Atından indi. Hayvanı kel arazideki zayıfça bir ağaca bağladı. Çevreyi biraz keşfetse iyi olacaktı. Biraz ilerleyip dolaşınca anladı ki bu iş böyle olmayacak. Hatırlayamıyordu nereden devam etmesi gerektiğini. En iyisi atına atlamalı ve rastgele bir yola girmeli. Elbet bulur. Dört günde değil de hadi bir haftada olsun. Bulunur. Arayınca. Atının yanına döndü. Döndü dönmesine lakin at yerinde yoktu. Bakındı, sağa sola koşturdu. Islık çalsa olmayacak. Dört döndü ama yoktu.

Tabanlara kuvvet yola düştü. Çare yok. Yolda atlı birine denk gelmeyi diledi. Dileği Hakk katında karşılık bulmadı. Az önceki yol ayrımına geldi yine. Ne etse? Baktı yerde bir değnek. Ucu çatallı. Alıp havaya fırlattığını çıkıntılı tarafın gösterdiği yola düştüğünü hayal etti. Küçükken babasıyla oynadıkları bir oyundu bu. Köylerinde, yol ayrımlarında bunu yapa yapa dolaşırlardı etrafı. Hissiz yüzü gevşedi. Bir gülümseme yalayıp geçti katil suratını. Etrafını kolaçan etti. Babasının hayal sesi kulaklarındaydı: “Hadi oğlum fırlat göğe fırlat göğe!” Fırlattı. Çatallı ucun gösterdiği yola revan oldu.

Nice gitti bilinmez, sefil bir köye vardı. Akşam olmak üzereydi. Sineklerinin bile bezgin uçtuğu, çocuklarının gözlerinin parlamadığı, yaşlılarının Azrail’i aç bir hevesle beklediği ölü köpek gibi bir köye. Bu köy, ne kadar da benziyordu o hain adamın köyüne. Bu benzerliğe kılıf bulmakta zorlanmadı. Dünyada sefiller tek milletse yurtları da benzer olmalıydı. Köy girişinde kimseler yoktu. Meydana sapmadan çıksa. Bakındı ama çare yok, görünürdeki tek yola saptı.

Bu anı tekrar yaşadığını hissetti. Eğer ömrü yeni yetme zamanlara erişseydi dejavu bu dejavu, diye tanımlardı. Ama yetmedi. Dolayısıyla bu ana ne diyeceğini bilemedi. Sığındığı bir Tanrı da yoktu ki ondandır, dese. Şimdi bu terk edilmemiş ama terk edilseydi de aynı durumda olacak olan bu köyde sığınacağı hiçbir şeyi yoktu kılıcından başka.

Yol meydana çıkmadı. Yol hikâyenin başladığı yere çıktı. Hatta yol, hainin evinin sokağına. O eve çıktı. Evi görünce ürperdi. Pencerelerinden cılız ışıklar çıkıyordu. Kendini yırtan paralayan da yoktu. Pislik herif, diye düşündü. Arkasından ağlayanı bile yok. Şuradan uzaklaşsa. Hemen dönse ve terk etse burayı. O işler öyle değil. Kabil’den biliyoruz. O terk edebildi mi? Eve yaklaştı. Ağzına kan tadı geldi. Gözünün önüne kan birikintisi. Ellerine bir titreme. Kalbine. Kalbine bir şey olmadı. Ne hızlandı ne yavaşladı. Kalbi demek ki bu işten razıydı. Bir yılan gibi süzüldü merdivenlere. Pencereye yanaştı.

İçeri baktı. Bir kadın sofra kurmakla meşguldü. Yerde, ocağın yanına kıvrılmış bir çocuk. Kadın odadan çıktı. Birine seslendiği belliydi. Adam. Sabah ikiye böldüğü. Odaya girdi. Pencerenin kenarına sinmiş bakıyordu. Bu manzarayı görünce saklandığını unuttu, gördüklerine inanabilmek için içeriyi dümdüz gözetlemeye başladı. Adam koca cüssesiyle geldi ve sofraya kuruldu. Ocağın yanındaki çocuğu tek eliyle çekip sofraya sürükledi. Kadın geldi ve sessizliğin bir parçası oldu. Yemeye koyuldular.

Düş olmalıydı. Pencereden çekilip olduğu yere çöktü. Kalktı sonra bir daha baktı. Adam. Sabah ikiye böldüğü. Yemeğine devam ediyordu. Tövbe.

Şimdi dönse ve gitse. Dese ki ben bunu öldürdüm. Gel gör ki adam ölmemiş. Ölmemiş, öldürememişim, evinde. Dese. Kendisinin akıbeti nice olur? İnanan bulunur mu? Kendisi bile inanmamışken. Şimdi sabahı beklemeli ve sil baştan.

Sabahı bekledi. Köyün dışında bir ot yığınının altında. Adam aynı yere illaki gelecekti. Dünkü sıralamaya bakılırsa gelmezse şaşmamalı. Yine de adamı biçtiği yere, köyün dışındaki harman yerine gitti. Adam atıyla geldi. İnsanın eceline tıpış tıpış gelmesi ne tuhaf. Hem de yaşamayı bu denli severken. Öleceksin ve yürüyorsun. Yaşıyorsun, yaşamayı seviyorsun ama bunu yaparken nefes sermayeni de eritiyorsun. Yaşıyorsun ölmek için. Adam da işte böylece katilinin yamacına kadar geldi.

Kılıcını kaldırdı ve adamı ikiye biçti. Kılıcını. Çevik bir hareketle, kafasının üstünde tam tur döndürerek kaldırdı. Adam iki parça iki yana düştü. Niye şaşırıyorsun? Yapamaz mı? Yani her gün birileri birilerini bin parçaya bölüyor. Bölmekle kalmıyor, yakıyor küllerini etrafa savuruyor. Ganj’a dökse bir kutsaliyeti olurdu ama sokağa, kedinin köpeğin işediği yere savuruyor. Niye şaşırıyorsun? Kaldırdı, en ilkel silahını. En parlak ama en keskin olmayan, en az parçaya bölebilen silahını. Böldü.

Adamın atına atladı ve hızla uzaklaştı oradan. Köyü çıktı. İrili ufaklı tepeleri. Elma çürüğü gibi kasabaları. Benzi soluk adamların diyarını.

Bir dağın yamacına vardığında at sendelemeye başladı. Kaba kaba solumaya. Yavaşlamaya. İndi. O iner inmez at yere yığıldı. Sağını solunu dürttüyse de kaldıramadı hayvanı.

Yürüdü epey. Baktı yerde bir değnek. Ucu çatallı. Alıp havaya fırlattığını, çıkıntılı tarafın gösterdiği yola düştüğünü hayal etti. İkinci kez. Küçükken babasıyla oynadıkları bir oyundu bu. Köylerinde yol ayrımlarında bunu yapa yapa dolaşırlardı etrafı. Hissiz yüzü gevşedi. Bir gülümseme yalayıp geçti katil suratını. İkinci kez. Etrafını kolaçan etti. İkinci kez. Babasının hayal sesi kulaklarındaydı: “Hadi oğlum fırlat göğe fırlat göğe!” Fırlattı. İkinci kez.

Çatallı ucun gösterdiği yola revan oldu.