Koşarak geldi. Nefes nefese durdu karşımda. Üstünden başından kan damlıyordu. Yerdeki kütüğün üzerine oturdu. Dikkatle yüzüne baktım. Kan kırmızıydı yüzü. Gözlerinden, yüreğinden, ciğerlerinden kan damlıyordu. Belli ki kaçıyordu? Kaçıyordu belli ki. Bir kaçak olduğu her hâlinden belliydi. Ama neyden kaçtığı belli değildi. Düşmanlarından? Kanlılarından? Yakınlarından? Derinlerinden? Yârinden? Yareninden? Ya da kendinden?... Kaçmanın, derdine çare olmadığı belliydi. Ama derdine çare arayıp aramadığı belli değildi. Derdine dert katmak için kaçıp kaçmadığı da belli değildi. Ağzından tek kelime çıkmıyordu. Gözleri o kadar çok şey söylüyordu ki ne anlatmak istediği anlaşılmıyordu.
Semaverden doldurduğum bir bardak çaydan bir yudum aldım sonra bardağı ona uzattım bir yudum da o aldı. Dürümümden bir ısırık ben aldım, bir ısırık o aldı. Sigaramdan bir nefes ben çektim, bir nefes de o çekti. Ah, dedim, ah, dedi. Of dedim, of dedi. Yüzüme baktı. Yüzüne bakmadım. Hiçbir şey anlatmadı, hiçbir şey sormadım. Kaçtığı her neyse sığındığı yer burası olsun istedim. Nefesini kesen şeylerden kurtulup burada soluklansın istedim. Yorgunluklarını unutup burada dinlensin, konuşmayı unutup susmanın dinginliğini burada bulsun, gülmeyi unutup bir omuzda ağlamanın tadına burada varsın istedim. Belki acıdım hâline, belki üzüldüm. Belki de…
Çay içme faslından sonra semaveri boşaltıp sessizce barakaya girdim. O da arkamdan geldi. Yine yüzüme baktı, yine yüzüne bakmadım. Ona soru sormamam, merakımı bastırıp belli etmemem onu rahatlatmıştı. Kendimden biliyordum. Her insan öyle değil midir? Kendini, derdini, hâlini anlatmak için binbeşyüz yetmiş beş tane cümle sıralamasına, kendini yormasına, yıpratmasına, çırpınmasına, didinmesine gerek kalmadan sessizliğinden, gözlerinden akan cümlelerden anlayan birileri olsun istemez mi her insan? Öyle birilerini bulunca sonsuz bir huzur, sonsuz bir güven hissetmez mi? O da bana güvendi. Belliydi. Minderlerin üzerine kıvrılıp yattı. Gözlerini kapattı. Üstüne battaniye örttüm. Yüzüne baktım. Yüzüme bakmadı. Yüzündeki kedere dudaklarının kenarında küçük bir tebessüm eşlik ediyordu şimdi.
Işığı kapattım. Gece lambasını açtım. Yatağa uzandım. Onu düşündüm; nasıl bir hayatı olduğunu, neden burada olduğunu, ses tonunu, düşüncelerini… Kendimi düşündüm sonra; kaçtıklarımı, yıktıklarımı, yaptıklarımı, unuttuklarımı, unuttuğumu sandıklarımı… Düşünürken uyumuşum. Yine kaçtıklarımın beni yakaladığı bir kâbusta anladım uyuduğumu. Beni yakaladılar, darağacında sallandırdılar, taşladılar, kırbaçladılar, kurşunladılar, hançerlediler. Yine kan ter içinde uyandım.
Uyandığımda karşımda onu gördüm. Elinde bir yerlerden tanıdık bir hançer, yüzünde bir yerlerden tanıdık bir pişmanlık, gözünde akmak için yıllarca bugünü beklemiş gözyaşlarıyla bana bakıyordu. Hançerin hedefi bendim. Bu belliydi. Ona güvenmiştim ama şaşırmadım. İnsan alıştığı şeylere şaşırmaz. Alışıktım ben, yağmak için özlellikle güvenilen, yaslanılan dağları seçen karlara. Hançeri tam kalbime sapladı. Sonra acıyla bağırdı. Dizlerinin üstüne çöktü. Ellerini yüzüne kapatıp bağıra bağıra ağladı.
O esnada barakanın içi kırmızı mavi ışıklarla aydınlandı. Dışarıdan siren sesleri geliyordu. Biraz sonra kapı yumruklanmaya başladı. O, hâlâ bağıra bağıra ağlıyordu. Kapanan gözlerimi zorla araladığımda polislerin kapıyı kırarak içeri girdiğini gördüm. Bir tanesi yaklaşıp bana baktı. Nabzımı yokladı. Elindeki telsizden anons verdi. “Seri katil ihbar edilen mevkiide, ormanın sekiz mil kuzeyinde, bir barakada kendisini hançerlemiş bir vaziyette bulundu. Ağır yaralı durumda. Acil ambulans gerekli. Tamam.”
Emine Ecran Çeliksu