Çorbamdan Kul Çıktı

Emine Ecran Şenel

Ne fark eder demişim bilmeden farkı istemişim

İsmet Özel

Çorbamdan kul çıktı. Allah’ın bir kulu. Bir âdemoğlu. Zıplayıp camın önündeki sallanan sandalyeye oturdu. “Sen de kulsun ben de kul, Gel sen bana takıl, Şöyle yanıma sokul, Düşünmekten kafanda kalmamış kıl,” dedi. Neler oluyordu? Rüya mı, gerçek mi, karar veremedim. Hı? diyebildim sadece. “Şaşırma bu kadar ey Abdullah, Düşünme, de eyvallah, Taşırma sabrımı ey Abdullah, Kaşınma döverim billah,” dedi.

Delirmeye başladığımı düşünüp kapıya doğru koştum. Ama kapının yüzde seksen beşi yoktu. Duvara dönüşmüştü. Arkamı dönüp adama baktığımda elindeki silgiyle kapıyı siliyor olduğunu gördüm. Tekrar kapıya baktım, kapı yok olmuştu. İlk söylediklerini tekrar etti. Gidip yanındaki sandalyeye oturdum. Dikkatle yüzüne baktım. Baştan aşağı inceledim. Gerçekten de sıradan, senin, benim gibi bir kuldu. Tek farkı çorbadan çıkmış olmasıydı. “Kimsin?” diye sordum. “Çorba kulu bendeniz, Bundan sonra hizmetinizdeyiz,” dedi. “Nasıl yani?” dedim. “Senin dünyan bu oda, Çıkış yok bundan sonra,” dedi. “Hep böyle kâfiyeli mi konuşacaksın? Sakız kâğıtlarındaki maniler gibi,” dedim. Güldü “Kâfiye dediğin nedir ki ey Abdullah, Senin gibi birine beni gönderdi Allah, Ben sana, sen bana uymasak da olur, Çok soru sorma dilek hakların kaybolur,” dedi.

Dilek hakkım olduğunu bilmiyordum. Nereden bileyim, o zamana kadar söylememişti ki. “Sanırım müzik dinlemeyi seversin, Söyle, hangi şarkıyı dinlemek istersin?” dedi. “Müzik mi? Dilek hakkımı müzik dinlemek için mi kullanacağım?” dedim. Dik dik baktı bana. En başta eyvallah dememi istediğini hatırladım. Soru sormaktan vazgeçtim. “Eyvallah, fark etmez,” dedim. Elindeki kurşun kalemi duvara doğru tutup bir şeyler çizer gibi yapınca duvarda pikap resmi oluştu. Üstüne de bir plak yerleştirdi kalemiyle. Birkaç cızırtı sesinden sonra müzik çalmaya başladı. Dinlendirici, klasik bir müzik dinleyeceğimizi sanmıştım ama ankara havası çalıyordu. Yok artık, der gibi baktım yüzüne. “Fark etmez dersen farkı fark edersin, Son pişmanlık fayda etmez bilirsin,” dedi.

Çorba kulunun bu çok bilmiş tavırları beni uyuz etmeye yetmişti. Onun inadına, sorduğu her şeye fark etmez diyerek karşılık vermeye karar verdim. “Çok beğendim, çok iyi müzik. Tam plaktan dinlemelik,” dedim. “Yemek yiyelim açsındır sen, Getireyim ne istersen,” dedi. Dilekten müziğe, müzikten yemeğe atlıyor, birbirinden âlâkasız şeyler söylüyordu. “Fark etmez,” dedim. Muhtemelen fark etmez dedim diye kötü bir yemek getirecekti ama olsun. Gururumdan taviz vermeyecektim. Zaten biraz önce çorba içmiştim. Gerçi kul çıkınca bitirememiştim çorbayı ama olsun. Bu sefer kalemiyle masanın üzerine bir şeyler çizer gibi yaptı. Masada bir tabak tandır kebabı bir tabak da haşlanmış makarna vardı. Tabii ki kebabı kendisi aldı makarna da bana kaldı. Kebabı şapur şupur midesine indirirken bir taraftan dalga geçer gibi bana bakıyordu. Zorla gülümseyerek “Ben diyetteyim zaten,” dedim. Erik dalı şarkısına eşlik eden çorba kulunun ağız şapırtıları arasında yağsız tuzsuz makarnamı afiyetleymiş gibi yedim.

Yemekten sonra “Madem dilekleri gerçekleştiriyorsun şu kel kafama biraz saç ekle bari,” dedim. “Ne dilersen dile demedim, Ben sunarım sen seçersin, Çorba kulu dediysek sanma senin kulunum, Ben de herkes gibi Allah kuluyum,” dedi. İçimden la havle çektim. Ama dışımdan bir şey diyemiyordum çünkü benden hem uzun hem de kalıplıydı. “Kaşınma, döverim billah,” dediğini unutmamıştım. El mahkûm, çenemi kapatıp oturdum.

“Bana söyle, manzarayı mı değiştireyim? Yoksa söyle, odaya bir şey mi ekleyeyim? Tavanı açıp yıldızlar mı saçayım? Tabanı delip sular mı fışkırtayım?” diye sordu. “Ya Rabbi! Neyle imtihan ediyorsun beni,” dedim içimden. Neler söylüyordu bu adam? Söylediklerinden en makul seçenek manzaranın değişmesiydi ama inadım ve gururum yüzünden söyleyemiyordum. Ne kadar zor durumda kaldığımı gören çorba kulu zevkten dört köşe olmuştu. Belli ki bu sefer fark etmez diyemeyeceğimi sanıyordu. Ama dedim. “Fark etmez,” dedim. Çorba kulu kalemini oynatmaya başladı. Endişeler içinde kızarıp bozarıyordum. Yerden sular mı fışkıracak, başıma yıldızlar mı düşecek diye beklerken pencerenin önüne klozet getirdi. Odanın içinde klozet. Cidden harika bir dekor olmuştu(!)

Bu adamdan nasıl kurtulacağımı düşünmeye başladım. Evim alt kattaydı. Pencere demirli olmasa atlayıp kaçardım. Polisi aramaya karar verdim. Sağa sola bakıp telefonumu aradım. Yatağımın üstündeydi. Çorba kulu sallanan sandalyede yavaş yavaş sallanarak pencereden dışarıyı seyrediyordu. Sessizce yatağa doğru yaklaştım. Telefonu elime aldığım esnada çorba kulu aniden dönüp silgisiyle telefonumu sildi. Artık bir telefonum yoktu. İyiden iyiye sinirlendim. Öfkem korkumu yendi. “Yeter ulan! Yeteerr!” diye üstüne yürüdüm. Gözünün üstüne bir yumruk nakşedecekken onun yumruğuyla yere yapıştım. Feleğim şaştı. Derin derin nefes alıp sakinleşmeye çalıştım.

“Şimdi söyle bakalım, Bir arkadaş seçmek hakkın, Konuşmak istediğin biri var mı, Dost mu onun adı yâr mı?” dedi. Yediğim yumruk gururumu zaten ayaklar altına almıştı. İnadımı kırdım ve bu sefer fark etmez demek yerine birini seçtim. “Yâr,” dedim ve çorba kulunun yüzüne bile bakmadan devam ettim “Ama herhalde yârimle beni başbaşa bırakıp gidersin.” Hafif bir tebessümle “Hay hay efendimiz, Emrinize amadeyiz, Buyrun yâriniz, Muradınıza eriniz,” deyip çorbanın içine daldı ve kayboldu.

Çorba kulunun boşalttığı sandalyede oturmuş ve öfkeli gözlerle bana bakan Mehpare’yi görünce bir aydır onu arayıp sormadığımı hatırladım. Ufak bir fırtına çıkacağı belliydi. Bir dakikalık sessizlikten sonra Mehpâre konuşmaya başladı. “Bir aydır aramıyorsun Abdullah. Tam bir ay. Öldüm mü, kaldım mı, hiç mi merak etmiyorsun? Bu kadar vefasızlık, bu kadar ilgisizlik, bu kadar vurdumduymazlık sence de fazla değil mi? Ne istiyorsun? Ayrılmak mı? Bir ay boyunca bir kere arayıp sorma, bir de beni ayağına çağır. Olacak iş değil. Ama ben napıyorum? Her şeye rağmen geliyorum. Neden? Neden yapıyorum bunu? Çünkü ben senin gibi duygusuz değilim, tamam mı? Boş boş bakıyorsun suratıma. Eminim abarttığımı düşünüyorsundur. Benim yerimde başkası olsa çoktan ayrılmıştı senden…” Mehpare susmuyordu. Ulan, nereden yâr dedim. Hay dilimi eşşek arısı soksun. Çorba kulu da gitti. Kapı da yok. Şimdi ben, Mehpare’nin cümleleri altında kalıp ölene kadar bu odada…

Emine Ecran Çeliksu