Duvardaki şu paslı çiviler kaç yıllıktı? Bu tahtaları hangi eller dizdi böyle sırayla? Alttan dördüncüsü yamuk duruyor. Hâliyle onun bir üstündeki de. Onun bir üstündeki de… Tavanla birleşen noktada, bu yamukluktan peyda olan bir üçgen var. Yama niyetine bir tahta parçası yerleştirmişler oraya. Kimse fark etmedi mi bu yamukluğu? Baştan kimse dur demedi mi şu işe?
İki gün öncesine değin duvardaki tahtalar dikkatimi çekmiyordu. İki gün önce yeri göğü kuşatan güneş öyle azametle doğmuş olacak ki, ışığının şiddeti şu yama olan tahta parçasını çepeçevre sarmış, odaya hücum etmişti. O tahta parçasının şekli karşıdaki tahtalarda çiziliydi. Güneş çizmişti. Tahtaların kabartılarına iyice sokulmuş. En ücra köşelerinde, güneş. Ben buradayım diyordu. Biz de, diye ekliyordu tahtalar da. Sahi, kimse fark etmemiş miydi bu yamukluğu?
Bu odada dikkatimi çekecek başka hiçbir şey olmadığını fark ettiğimde tahtalara daha dikkatli baktım. Yamuk tahtalara. Yaklaştım ve daha dikkatli. Uzaktan baktığımda göremediğim bir şeylerin olduğunu fark etmemle gördüklerim değişmeye başladı. Döşemeyle duvarı birbirine bağlayan süpürgeliğe ilişti gözüm. Sonra dümdüz ilk tahtaya. Gebe bir kadın gördüm. Sonra kundaklanmış bir bebek. Ruh suretlere büründü. Bir adam canlandı hemen sonra. Hüznü göz altlarına oyuk açmış. Ne doldurduysa oraya, birazını da o kadına. Sonra bir başka kundak gördüm. Oyuklar daha yenlik şimdi. Bu tahta nasıl böyle düz, nasıl böyle güzel.
Hemen üstündeki tahtada yerden bitme bir çocuk peyda oldu. Bir kundağın gölgesi var fakat içi boş. Hemen yanında ağlıyor biri. Ağlamasında tatlı bir renk var; ağzı süt kokuyor belli. O gebe kadın, yere daha yakın. Sonra o adam ruh buldu ahşapta. Göz altları oyuk adam. Şimdi elleri de. Deminki tahta ne güzeldi öyle. Dümdüz. Bu da güzel. Belki sırf diğeri öyle düz, öyle güzel diye.
Çivinin ben buradayım diyen başı göz kırptı bir üst sıradaki tahtadan. Çiziklerle dolu. Anlamı anlamsızlık olan çizikler. O gebe kadın kiremit turuncusundan, kucağında yavrusu. Sütten kesilmiş çocuğun ayakları tebeşir beyazı. Oyuklar görünmüyor. Yoklar. Kömür karasından bir yokluk. Parça parça tahtada. Kadının gözlerinde yaşlar, karasından kömürün. Bir laf yankılanıyor güvenin açtığı boşluklarda: alnımın yazısı, feleğin karası.
Kimsenin fark edemediği, o ilk yamuk tahta. Harfler kazımışlar. Yılların biriktirdiği halkaların engebesine inat. A çizmişler. B çizmişler. Bir anne çizmişler sonra. Sırtında kambur. Topladığı kömür karalarını biriktirmiş. Dağ olmuş sırtında kamburu. A çizmişler sonra B. Sonra tekrar A. Sonra tekrar. Ruh buldu o kelime: baba. Anne, dedi küçüğü, silik sesiyle. Tahtada varla yok arası. Babam nerede. Güneş ruhları alıp götürdü. İki çivi kaldı öylece orada. Bir sözü öylece tutuyor çiviler: babam nerede. İlk yamukluk. Nasıl dikkatlerinden kaçmış bu, anlamak zor doğrusu.
Sonrası düz gelir mi bu tahtaların? Gelmedi de. Henüz nasırlaşmamış iki çift el ruh buldu tahtada. Sönük çizgilerin ortaya koyduğu otomobil, belli belirsiz. Yetmişyedimodel, fordgranada. İki çocuk. İlk gençlik yıllarının taze mavi esintisi dolanıyordu tahtada. Güvenin açtığı delikleri dolduyordu bu hava. Sonra o anne yeşeriyordu tahtada. Anneler yeşerir diye geçiriyordu çocukların büyüğü içinden. Annenin gözlerinde maviden bir huzur. Gözlerinde yavruları. Elinde ikiye bölünmüş bir dilim ekmek. Birkaç cümle vücut bulmuş onda: Anne mükemmel bir üleştiricidir. Ve kendine daima en küçük lokmayı ayırmıştır. Sırtında kömürden bir kara. Saçlarında kardan bir beyaz. Tahta yamuk ama onlar düz duruyordu. Bu nasıl mümkün olabilirdi?
Sonra diğer tahta sonra diğer ve sonra. O yama tahtaya, güneşin doldurduğu boşluklara baktım. Birini gördüm orada. Hücrelerine dek ayrılmış birini. Güneş daha da parladı. Işık demetleri, işlenmiş bir günahın açıklığı gibi, tüm netliğiyle görünüyordu hücreleri. Onun, yenilenmekten bihaber olan hücreleri. Kimi maviden bir yelden haber veriyor. Kimiyse yeşilden. Hareketsizce duranlarda siyah bir ağıdın sessizliği vardı. Hücreler. Şu biri. Nasıl varmıştı buraya, tüm bu yamukluğa rağmen?
Bu oda. Dizili şu tahtalar. Duvarda silik görünen satırlar.
Ve o çocuk orada, tıpkı büyüdüğünde, bugün otuzdört yaşında olduğu gibi, öyle bir tek başınadır ki, zamanından çok önce, elinde olmadan sahip olduğu bu yalnızlığı koyacak yer bulamamış, ona çocukluğun bilgisizliği ve korkusuzluğu ile ellerini daldırmış, onu üstüne başına, yanaklarına gözlerine bulaştırmıştır.
Yamanın kenarlarlarındaki boşluktan içeriye, tüm tahtaların gıcırtılarını içine çeken bir ses yayılıyor: Yetmişyedimodelfordgranada’nın kornası.
Hacer Noğman
Görev: Öykü, bir odanın içinde geçecek. Bu odanın kapısı olmayabilir, yüzlerce odası olan sarayın herhangi bir odası olabilir, kapısı âlemüstü bir yere de açılabilir ve daha nicesi. Karakter(ler)in o oda içine nasıl geldiği size kalmış. Oda dolayında karakter(ler)in o odaya neden geldiğini/geldiklerini anlatacaksanız eğer o mevzu, öykünüzün merkezini teşkil etmesin. Yani ‘nasıl?’ sorusundan ziyade ’nerede?’ sorusu önemli. Özetle, öykünüz bir odanın içinde geçecek.