Küçücük Yorgunluk

Fatma Ünsal

Kelimeler: ufuk, endişe, söz.

KÜÇÜCÜK YORGUNLUK

Durdu. Olduğu yerde kalakaldı. Elinde gazetesi, bakkalın önünde. Arkasına yekinip bakacak gibi oldu ama belli ki gücü yetmiyordu. Hafif sallandı. İleri geri ileri geri. Sallanan sandalye sesi gibi ses. Eşyadan çıkan ses, insanın hareketinde de terennüm ederdi. İspata mecbur değilim. Sonra kavak ağacı gibi düştü. Öne doğru. Gücü yetse arkaya düşerdi. “Öldü.” Başkaları da bu kadar dediler. İyi adamdı falan filan. Ama öldü neticede. Her hafta yarım kilo öldü. Şairin teki demiş bunu da. İnsan, her an ölür. Gramı kendisini bağlar ama ölür. Onun elli yıllık hayatını bu söze sığdırdılar. Yapmadığı şey değil şu insan türünün. Kendi türünden nefret eder. Diğer tüm canlıların da dostudur. Homo homini lupus, evet.

Ölmeden bir hafta önce, yani endişeleri onu kemirirken yani onu tek söze gömmezden evvel

çok bilinmeyenli denklem gibi dolaşırdı. Her gün aynanın karşısına geçer, tarağı ıslatır, briyantin mi adı ne naneyse artık, onunla saçlarını parıl parıl parlatırdı. Evlenmemişti. Evlenmeyecekti. Saçlarını kimse için taramıyordu. Hem saçını taramak için bir sebebe, bir ahu gözlüye ihtiyaç mı vardı? Hikmet-i Hüda’dan, taranmayınca keçeleşen bir maddeydi bu saç dedikleri. Bir şirkette memurdu. Rus romanlarına düşecekken yanlışlıkla buraya düşmüştü. Kıyafeti jilet gibi olurdu ama. Paltosu yenice. Manşonları da. O yüzden Rus romanlarına istese de dahil olamazdı. Çünkü paltosu. Yeniydi evet. Ya da olabilirdi ama sevilen kahramanların paltoları hep eski olur. Kahvaltısında bir dilim ekmekle bir haşlanmış yumurta yer; bir bardak çayı illaki şekersiz içerdi. Şekerli içsin de vursunlar mı? Şekerli içenleri vuruyorlar artık. Vurulmaktan geliyoruz hepimiz. Evden çıkınca kapıcıyla karşılaşır, ona, gerçekte merak etmediği hatırını sorar, yoluna devam ederdi. Bakkala günaydın der, “Bir gazete lütfen,” diye istirham ederken niye bu kadar kibarlaştığına o da anlam veremezdi. Ne demek bir gazete lütfen? Bazen ağzından çıkan sözlerin ona ait olmadığını hissederdi ama kılığının kurbanı olurdu. Bu kılıkta sözler ağızdan böyle çıkmalıydı.

Aldığı gazeteleri okumazdı. Yaşamaya dair endişelerini artırıyordu gazeteler, haberler. Bu kılıkla gazete alınmalıydı. O da aksesuar niyetine alırdı. Büroya vardığında kısa boylu, tercihen meraklı, tabii ki tombul, hanım çalışma arkadaşlarından birine verirdi gazeteleri. Kendisi odasına yollanırken kadın astroloji sayfasında Merkür’ün etki alanına girmiş olurdu.

Evet ölmeden bir hafta önceydi. Endişeleri bu kadardı. Satır aralarında kokladığımız kadar. Sabahları kahvaltı yapamamak, kılığının düzensizliği, kapıcıya selam vermeden geçmek, bakkaldan gazete almayı unutmak. Uyanamamak. Manşonlarının eskimesi. Endişelerinin hiçbiri de başına gelmedi şu yaşına kadar. O kadar milimetrikti ki buna imkân vermedi. Endişelerini endişe etmeleri sayesinde yaşamadı. Alışkanlıklarına asla halel getirmedi. Dünyada tek arkadaşı vardı: Babasından yadigâr, kalkana kadar öten, öterken insanın iflahını kesen bir çalar saat. Adı Düzen, göbek adı Endişe’ydi bu âdemoğlunun. Geçmiş olsun.

Ölmeden iki hafta önce, üç, dört, beş hafta önce de böyle dolaşırdı. Çünkü onun hamuru ta çocukluktan böyle karılmıştı. Annesi onu jilet gibi çocuk formatında yetiştirmişti. Mutlaka günlük bir yumurta yenecek. Üstüne bir şey dökmeyecek. Toprakla çamurla çaltakla oynamayacak. Kızlara yüz vermeyecek. Sevmeyecek o sümüklüleri. Erkeklere de güvenmeyecek. Küfürbaz olur tıynetsizler. Onun çocukluk ufku bunlarla kaplıydı. O, diğer çocukların ufkuyla aynı ufku paylaşmazdı. Çocukların ufkunu anneler ve babalar çizer. Kimi anneler babalar ise çocuklarına ufuk çizmez, karalar. Karalar. Kapkara yapar. Öyle ki çocuk ilerisini göremez. Ötesini düşleyemez. Böyle karalar:

Ufuk böyle olur mu hiç? Kimileri böyle olur. Çocuk eğer dirençliyse siler bu ufku, kendisine güneşli, umutlu ufuklar çizer. Ama silmenin kimi bedellerini de öder. Bazen bu kötü resmin sahiplerini de siler. Ne acı. Ama o, bu kötü resmi silmemişti. Bu resmi ömrünün kutsalından saymış, silmeyi annesine ihanet bilmişti. Yani ömrünü, ömrünün doğusunu ipotek etmişti.

Ölmeden bir sene önceydi. Kahvaltısını yaparken telefonu acı acı çaldı. Ağzının kenarını peçeteye silerken ekranı uzaklaştırıp kim arıyor diye baktı. Memleketten arkadaşı. Münasebetsiz, diye mırıldandı. Sabahın kör vakti. Meşgule attı. Kahvaltısına devam etti. Ama arkadaşı ısrarla arıyordu. Mecbur açtı. Selam sabahtan sonra, arayan önce bir yutkundu, sonra annen, dedi. Anneni bu sabaha karşı kaybettik. Yüzünde milim değişiklik olmadı. “Ee ne var bunda?” dan hallice bir duruş vardı hatta. Anladım, dedi. Saat bire yetişirim. Telefonu kapattı. Oturduğu yerden dışarıyı izledi bir süre. Bulutlar. Parça parça. Karşı evlerin camlarına güneş vuruyor. Sokaktan birazdan simitçi geçecek. Alt kattaki çocuğun münasebetsiz arkadaşı yanlışlıkla yine onun zilini çalacak. Pardon amca.

Annesini mezara o indirdi. Yerleştirdi. Tahtaları dizdi nizami. Üstü başı toprak oldu, huzursuzlandı. Silkti şöyle. Topluluk imam efendiye uyup dua etti. Sonra dağıldılar. Mezarın başında yalnız kaldı. Şimdi ne olacak anne? dedi. Kuru bir rüzgâr uğulduyordu. Uzaktan topluluğun hafif mırıltıları geliyordu. Başkaca söz çıkmadı ağzından. O da zaten bir cevap bulma umuduyla çıkmamıştı hoş. Bir şey olmayacak. Birileri öldü ve senin de ölebileceğini hatırlattı. Olan da bu, biten de.

Ölmeden iki sene önceydi. Annesini ziyarete gelmişti. Kadın biricik evladına yaşına bakmadan onca şey hazırlamış, yemesi için ısrar edip duruyordu. O, elinde peçete evhamlı evhamlı tıkınırken kadın kendisiyle övünüyordu: “Hangi sümüklü sana yapabilecekti bunları? Ana elinden çıkan gibi olur mu?” Olmazdı elbet. Bunu kabul eden bir sümüklü pardon gelini olsa olmaz mıydı? Üç öğün onu övseydi. “Anneciğim ne rezil yemekler yapıyorum oğlunuza. Vallahi yazık oluyor. Akşam size gelelim de karnımızı bir güzel doyuruverin.” deseydi. “Anneciğim evinizin temizliğine hayranım. Nasıl yapıyorsunuz bunu? Ben elimde süpürgeyle yirmi dört saat dolaşsam böyle asla olmuyor.” diye ahlansaydı. Yine mi olmazdı? Demek olmazdı. Adamsa annesine itaatkâr, hak veriyordu içinden.

Bir sabah. İşte o sabah. Yani dünyadaki son sabahında. Ölmeden birkaç dakika önce. Yani insanların dilinde tek bir söze dönüşmeden hemen önce. Orada öylece kalakaldı. Arkasına dönebilseydi bir kedinin bir yumağı getirdiği hâli görecekti. Karmakarışık. Düzenli bir yumak karmakarışık.