Bana su verir misin? Bu cümlede bir tuhaflık var mı? Yok. Bu sözün hiç silinmemek üzere bir çift kulağa girdiğini, geceleri duvardan duvara savrulduğunu, odaya sinsice süzülen ay ışığına elbise olarak büründüğü söylense, ne düşünürsünüz? Aslına bakarsanız, bunun bir önemi yok. Fakat bu soruya illa bir cevap arayacaksak; bunun deli saçması olduğunu düşünenler olacaktır. Onlara iyi bakın. Gözlerinin içine. Ansızın bir söz kulaklarına mıhlandığında, tam da o anı; bahsi geçen soruyu hatırlayacaklar. Bu cümleler ara ara gözlerinin önüne gelecek, sonra yavaşça saydamlaşacak ve kendi kulaklarındaki o söz muayyen olacak. Bir söz olmaktan çıkacak o şey. Son nefeslerine dek gaybın da ötesinden gelen o sözü işitecekler. Her yerde o sözü görecekler.
Bir de, bunları duyduğunda, duyduklarını gayet olağan şeylermiş gibi karşılayacak olanlar, tepkisiz kalanlar olacaktır. Onlara da iyi bakın. Ortak bir acının paydasında buluşacaksınız. Birbirinizin kızaran göz beyazlarında yansımanızı göreceksiniz. Sağda solda o eprimiş acının kalıntılarıyla karşılaşacaksınız. Adını koyamayacaksınız ama hissedeceksiniz. Evet, onların gözlerine istemeseniz de iyi bakacaksınız ve göreceksiniz.
Sayısızca insanla karşılaştım. Hepsinde, ben olmamanın yabancılığını gördüm. İnsan, kendini kendi bilir derdi annem. Haklıymış. Anneme, bir akşamüstü hak verdim. O sözle baş başa kaldığımda, yankısını yalnız benim duyduğum o sözün yankıları susmadığında, o sözü cebime sıkıştıramadığımda, evdeki duvarlarda kabaran harflerde o sözü gördüğümde. Bu durumun her yinelenişinde.
Bana su verir misin? Ne sıradan bir cümle ama!
Güneş kızıl örtüsünü toplarken araya çocuk şakımalarını da sıkıştırıyor, onun durgun denizdeki yansıması yavaşça azalıyordu. Bankın boş kısmına, yanıma oturdu. Öyle sıradanmış gibi. Olan her şeyin sıradanlığından vardı hareketlerinde. Sahile bunun kokusu yayıldı. Herkes öyle sıradan hareket etmeye başladı. Öncesi nasıldı ki!
Onu yanımda gördüğüme şaşırmadım. İlk zamanlar onun gerçek mi hayal mi olduğunu fark etmem oldukça zor oluyordu. Bunu sonra anlatırım. Ama şimdi, sahi değildi yanımdaki. Buna emindim. Fakat her şey nasıl gerçekti! Onu yalnızca ben biliyor, onu yalnız ben görüyordum.
Etraftaki sesler birer uğultuya dönüştüğünde ufukta beliriyoruz. Yaz mevsiminin tınısında bir açık hava sineması gibi. Oyuncular acemi, belli. Trajedi ağırlıklı. Kenarı işlenmiş mendiller hazırda bekliyor. Sahneler bir bir akıyor. Kimisi sinemaya deli saçması diyor. Kimisi öylece izliyor. Kimisi filmin kendi.
Ona bakıyorum. Bakmasa da filmi izliyor, biliyorum; tıpkı etraftaki insanlar gibi. Yanında, giderken benden aldığı endişeyi de getirmiş. Kolunun altında sıkıca tutuyor. Ufuktaki görüntüde de gördüm onu; endişeyi. Çepeçevre sarmış beni. Sağa gidiyorum, ama benden önce endişe. Konuşuyorum, telaffuzum endişe süzgecinden çıkıyor. O’nun etrafında pervane oluyorum. Tıpkı endişenin etrafımı çepeçevre saran halesi gibi. Sahneler akarken Bana su verir misin? diyor. Kararıyor sahne. Hazır mendiller iş görüyor. Çocuk ağlamaları karışıyor sakin denize. Deniz istifini bozmuyor. Öyle sıradanmış gibi tüm bu olanlar.
Ben beliriyorum ufukta. Yalnızım. O cümle silikleşiyor. Ne anlam ifade edebilir ki bir cümle? Endişemin de alıp götürüldüğünü görüyorum. Kuş gibi hafifliyorum. Fakat daha kötü bir şey oluyor; tarifi zor bir boşluğa gark oluyorum. İçimden konuşuyorum. Allah’ım, bir boşluk nasıl bu kadar ağır olabilir? En büyük endişemin onunla birlikte gittiğini görüyorum. En büyük endişem. O gidiş. Bunun olacağını biliyordum ama bilmek gerçeği kadar sarsmıyordu.
Güneş, örtüsünün ucunu çekiştiriyor, azalarak bitiyor. Gök, laciverdi kuşanıyor. Lacivert, ufuk çizgisini tek hamlede yutuyor. O ses yankılanıyor gökte: Bana su verir misin?
Baktığımda çoktan gitmişti. O soğukluk düşmüştü yanıma. Sözün yankısını gökten toplayıp evin yolunu tuttum.
Hacer Noğman
kelimeler: ufuk, endişe, söz