Mümkün Bir Öykü

Fatma Ünsal

Kelimeler: bavul, sergi, uydu.

MÜMKÜN BİR ÖYKÜ

“Gurbete geleli yedi ay oldu. Yarın dönüyorum. Köye. Bizim kız papağan ısmarladı. Kandırdık çocuğu. Anası aradığında, papağanıyla konuşmak istedi. Ramazan Usta dedi ki: ‘Ver hele telefonu, papağan taklidi yapayım inanır.’ İnandı. Ramazan kıkır kıkır güldü. Ben gülemedim. Akça yüzünü, lepiska saçlarını, ipek gibi bakışını düşündükçe içim ezildi, utandım. Zor değildi bir papağan almak ya. Ne gerekti şimdi? Anası zır zır öter başımda, boğazları doyurduk da bu mu kaldı diye. Köylü desen Ülema’nın Hüseyin köye kuşla dönmüş diye teneke bağlarlar peşimden.”

-Anadolu irfanı azizim.

-Niye sardın şimdi Anadolu’ya?

-Sarmamak elde mi?

-Gerçi düşününce köyde kuş sahibi olmak da lüks kaçar sanki. Ne bileyim, zaten geçim zor.

-Çocukların hayal kurabilmesi ve onlara sahip olabilmesi için şehir şart diyorsun yani?

-Yahu ne alakası var? Bağlama arabeske. Ama öncelikler diyorum öncelikler. Şehirdekilerin ve köydekilerin öncelikleri farklıdır azizim, yapma şimdi.

-Çocuklar dünyanın her yerinde aynıdır birader. Tek millettir onlar. Hatta dünyada tek çocuk vardır. Diğer tüm çocuklar o “tek”in başka millet versiyonudur.

-Daldı yine felsefeye.

-Felsefe değil arkadaş aa. Uzunca düşünmeye gerek yok bunu bulmak için.

-Tamam tamam neyse, devam et okumaya.

“Neyse artık. Almadım papağanı. Yedik bir halt hadi almadık, bir de küçücük sabiyi kandırdım ya tuh bana, yuh ulan bana. Almadım desene dümdüz. Hevesi kursağında kalacak yavrunun.”

-E al birader, amma duyar kastın. Çık da al.

-Gönlü yok gönlü. Küçük yer insanı böyledir azizim. Adımını kafasına göre değil “millet ne der”e göre atar.

-Büyük yerlerde de böyledir. Daha beterdir hatta büyük yerler. Vallahi arkadaş bizim hanım üst baş alayım diye çıktı geçen. Eve bir döndü ki bir ton kumaş israfı. Retro diye bir zımbırtı atmışlar ortaya. Ulan hanım dedim, yani hanımcığım dedim ulan demedim. Hanımcığım dedim, nereden buldun bu anam zamanının eskilerini? Bir kıyamet kopardı nereden eski oluyormuş da ben ne anlarmışım modadan da. Aman Allah, kafamı çiğce yedi. En son eski sensin diye kapıyı suratıma çarptı çıktı.

-Gençler gibi güleyim bari: Ahahahahah.

-Gül tabii gül. Neyse. Bu bile millet ne dercilikten başka bir şey değil. Moda diyorlar, yani diyorlar ki biz bir şey belirleyelim, çul modası misal, sen onu geçir sırtına. Aman ha sorgulama, geçir sırtına ve onunla dolaş.

-Bu millet ne dercilikten öte bir şey ama. Olmadı sanki bu örnek.

-Olmasın. Ama bu da var yani şehirlerde. Amaan bana ne ya.

-Devam devam. Adam bi’ gidemedi köyüne.

“Hüseyin bu düşüncelerle bavul almaya çıktı. Epey gezdi. Üç beş parça hediyelik eşya da aldı. Gözü, konuşan oyuncak bir bebeğe çarptı. Sarı perçemli. Gök gözlü. Onu da aldı. Tam bir altın parası saydı. Bordo bir bavul yedeğinde, inşaata döndü. Yerleştirmeye başladı bavula eşyalarını, gazetelere sardığı kirlilerini. Bavul iyice doldu. Reçel kavanozuna biriktirdiği bozuklukları da koydu ve kapadı ağzını. Koğuştakiler takıldılar: ”Hani lan, papağan Ramazan Usta’ya yer bırakmadın.” Cevap vermedi, ağzının bir kıvrımıyla güler gibi yaptı, dışarı çıktı.”

-Tövbee…

-Ne var yine?

-Yahu bir altın parası saymışsın, uyduruk bebeği almışsın. Ne var yani papağanı da alsaydın ne vardı yani?

-Okuduklarımız bizim kalemimizden çıksalar bile biz olmaktan uzaktırlar çoğu kez. Yani sen bile yazmış olsaydın bunu, o senden ayrı bir dünyaya ait olurdu. Kaldı ki bunu sen yazmadın. Bilemeyiz ki ne düşündü de böyle yazdı.

-Bilmem arkadaş. Okurum ben. Kim olsa böyle düşünürdü. Hey! Burayı okuyup duran sen, sen evet sen itiraf et, sen de böyle düşünmedin mi?

-Kiminle konuşuyorsun be? Korkutma beni.

-Biz yazıda konuşmuyor muyuz şu an? Bunu birileri okumayacak mı?

-Ne yazıda konuşması? Kendine gel İsmet.

-Ben kendimdeyim Süha. Sen yine neredesin acaba? Neyse devam.

“8.00 otobüsüne bilet almıştı. Hayret ki bu sefer cam kenarı düştü nasibine. Ona pek soran olmazdı çünkü. Ne denk gelirse oraya otururdu. Cam kenarı olsun mu abi? Olsun, ne fark edecek? Ne fark edecek olur mu ya? Bunun için can vermeye hazır milyonlar var. Uyuyanı uyandıran, “Kalk cam kenarı benimdi hanfendi!” diye çemkireni var. “Cam kenarında geldim anneaa.” diye kendine önem atfeden var. CAM KENARI BU, AZ ŞEY DEĞİL. Değil tamam ikna olduk. Kimi şeyleri kral diye biz ilan ediyoruz. Sonra dönüp önünde eğilen yine biz oluyoruz. Ne acayip. Neyse Hüseyin, otobüse yetişti. Cam kenarına geçti oturdu. Bavulu zor taşımıştı ama ha. “Ne bastın babam bunun içine?” dedi yaşlı muavin. “Eşek ölüsü mü var ne var?” Zoraki gülümsedi: ”Eşeğin ölüsü işe yaramaz emmi. Şöyle iyice bir Merzifon eşeği buldum, onu götürüyorum memlekete.” Gülüştüler. Otobüs yola çıktı. Şimdi önünde akıyordu bozkır. Sigara içmenin kapalı mekânlarda yasak olmadığı zamanlar. Otobüs duman altı. Göz gözü görmüyor. Muavin neredeyse yolcuları görebilmek için fenerle gezecek, o derece. Teypte o insanın ciğerine oynayan şarkılardan biri çalıyordu.”

-Ciğerine oynamak nedir ya?

-Anladın işte. Niye kestin şimdi?

-İnşaat işçisi, otobüs, sigara dumanı. Hah ciğere oynayan şarkı.

-Tutma kendini İsmet. Randomlu gül bu sefer.

-Random ne Süha?

-Yazının ruhunu nasıl vereceksin başka türlü İsmet? Şey mi diyeydi, konforlu bir büuzınıs kılasta opera dinleye dinleye evine gidiyordu işçi.

-...Tamam haklısın...

“Hüseyin’in arkasındaki koltuklarda iki kadın yolcu vardı. Konuşmaya araba hareket etmeden başlayıp yol boyu aynı hızla devam etmişlerdi. Arada bir poşetlerini haşur huşur açıyor, içinden tıkınacak bir şeyler çıkarıp kahkahalar ata ata konuşmaya devam ediyorlardı. Yolculardan biri yüksek sesle bunlara doğru bir tööövbe estağfirullaaah çektiyse de hiç oralı olmadılar. Hatta birisi karşı bile geldi: ”Ne var ayol, rahatsız olan radyo dinlesin.” Öyle ya, rahatsız olan çaresine bakmalıydı. Bir aralık sustular. Millet, sırayla dönüp kadınları kontrol ettiler acaba ölüp kaldılar mı diye. Yok, uyumuşlardı. Ee onca çene, bir de yol. Buna hangi can dayansın? Hüseyin de tam dalmak üzereydi ki yanında oturan, varlığı yokluğu belli olmayan yolcu, laf attı Hüseyin’e: “Eh havalar da artık soğudu.”

-Bak beğendim burayı. Çok yerinde.

-Neyi beğendin misal?

-Böyle lüzumsuz konuşacak olan adam, kesin hava durumuyla açar konuşmasını. Havalar da ısındı, soğudu. Meteoroloji misin mübarek?

- Başka?

-Bir de kimi yolcular hatta kimi insanlar, epey bir suskun dururlar. Sanırsın ki Cenab-ı Hakk onları dilsiz yaratmış. Fırsat kolluyordur bu modeller. Fırsatını bulunca da bir başlarlar, susturabilene aşk olsun artık. Bak bu adam susmaz ben deyim de.

-Susmasın, bize ne? Sanki bizimle mi konuşuyor?

-Sen de bir tuhafsın ha İsmet. Neyse devam edelim.

“-Soğudu birader soğudu. Ondan memlekete gidiyorum artık. -Ben de memlekete. Vallahi gözümde tütüyor benimkiler. Hüseyin ben de demek istedi ama tanımadığı bu adama içini dökmek istemedi. Adamsa tanıdık tanımadık herkese içini saçabilenlerdendi, belli. “Eh,” dedi. “Şehirden epey para kaldırdık şükür. Uydu bile aldım uydu.” Kadınlar aynı anda gözlerini açtılar, birbirlerine bakıp bastılar kahkahayı. “Ayol uydu nasıl alınsın? Ay’ı mı satın almış bu?” derken gözlerinden yaşlar ırmaklar gibi geliyordu. Bir diğeri: ”Biz şimdi NASA’dan biriyle yolculuk mu yapıyoruz? Ne devlet ne devlet!” diye dalgaya koyulmuştu. Hüseyin ve yanındaki adam anlamadılar ne olduğunu. Muavin şoförle giriştiği koyu muhabbetten başını kaldırıp şöyle ters ters baktıysa da yerinden kımıldamadı bile. “Hee ne var? Uydu aldım.” dedi kendisine laf atıldığını anlayan adam.”Alamam mı? Uydu da alırım televizyon da.” Kadınların gülmekten nefesi kesilmişti.”

-Üff amma abarttınız be. Ne var bu kadar gülünecek bunda?

-Kelime tapınakçıları bunlar kelime.

-O ne demek İsmet? Acayip acayip icatlar çıkarıyorsun. Kelime tapınakçısı ne?

-Bunlardan uzak durmak gerekir Süha. Vallahi ayırmadığın bağlacın yakasını öyle bir silkelerler ki kendini vatan haini sanırsın. HERKEZ DEĞİL O HERKES HERKES! DOĞRU YAZIN ŞUNU YAŞANMAZ BU MEMLEKETTE DAHA -DA -DE Yİ AYIRAMIYORSUNUZ BE BİR DE MEMLEKETİMİN HAVASINI SOLUYORSUNUZ YAZIKLAR OLSUN! yazar alınlarında.

-Haa aman aman Allah’ım korusun bildim.

“Kadınların gülmesi geçeceğe benzemiyordu. Adam anlatmaya devam etti arada sesini imalı imalı yükselterek. -Uydu ya uydu. Hem de çift elenbili. Her kanal çekecek. Benim oğlan deyip duruyordu. Aldım evelallah. Kadınlardan biri püskürdü: Amma zenginmiş bak, çocuk istedi diye koca uyduyu satın almış.”

-Yazar artık müdahale etse.

-Niye?

-Şimdi atacağım kadınları otobüsten. Ben bile cinlendim bak.

-Sakin ol İsmet.

“Hüseyin arkasına döndü: Bu otobüs benim olsaydı, billahi atardım sizi buradan, dedi. Uydu almış ne var bunda gülecek bu kadar? Kadınlar, yüzü kemikli, gözleri öfkeli bu adamdan korkmuş olacaklar ki seslerini çıkarmadılar. Uydunun yeni anlamını kabullendikleri belliydi. Ortak yaşam kuralı bilmem kaç: Kelimeler bazen sizin bilmediğiniz anlamlarda da kullanılabilir. Ulu orta yerde haykırmayınız. Adam Hüseyin’in sırtına şöyle bir vurdu: Sevdim seni emmoğlu, dedi. Allah adı verdim, Y’ ye yolun düşerse bak beni bulacaksın. Vallahi hakkım helal olmaz yoksa. Hüseyin baş işaretiyle tamam dedi. Sonra herkes kendine döndü. Hüseyin uyuyakaldı. Yorulmuştu. Rüyasında bilmediği bir memleketteydi. Geze geze bir sergiye denk geldi. Sergide boy boy oyuncak bebekler. Her birinin yüzü asık. Her birinin saçı eğri büğrü. Eline aldığı ciyaklıyor nerede papağan? diye. Yetmezmiş gibi satıcı da bağırıyor: Hani papağan hani papağan? diye. Çarşı inliyor papağan da papağan diye. O da yetmedi şehir başladı papağan! papağan! diye. Hüseyin kaçmaya başladı. Sergiyi, çarşıyı geçti. Tam şehirden çıkıyordu ki ensesinden biri yakaladı. Birden ayakları yerden kesildi. Şöyle bir baktı ki rengârenk bir papağan onu yakalamasın mı?”

-Yok artık deve.

-Deve değil papağan papağan.

-Ya vicdan azabı olarak adamın düşüne papağan mı sokmuş? Hem de ensesinden yakalattı, kaçırıyor papağan adamı.

-Vallahi şu meşhur kitapta da adam böceğe dönmüştü. Ona da itiraz ettin mi?

-Niye edeyim? O imge yerindeydi ama bu… Bu çok

-Çok sakil, haklısın. Ama bu olamaz mı? Düşlerimizi ya sevinçlerimiz ya korkularımız doldurur.

-Olur da yani. Sevmedim.

“Nice uçtu bilinmez. Papağan zınk diye durdu. Hüseyin aşağıya bakamıyordu. Derken Hüseyin’i aşağı bırakmasın mı? Aman Allah! Gözünün önünden hayatı film şeridi gibi geçti. Derken bunun sebebini hatırladı ve tam tövbe ederken uyanıverdi. Nerede olduğunu bilemedi ilkin. Otobüsteydi. Yaşlı muavin ona doğru gelirken ünlüyordu: Ne uyudun be babam! Geçmiş olsun. Yerinden kalktı Hüseyin. Yanındaki adam çoktan inmiş olacaktı ki koltuk boştu. Arka koltuktaki çeneci kadınlar da yoktu. İndi. Bordo bavulunu aldı eline. Terminalden çıktı. Köy servisinin gelmesine yarım saat vardı. Simitçiden bir simit alıp kemirmeye başladı. Sağ yanına döndü ki seyyar bir tezgâhta bir sürü renk renk oyuncak papağanlar. Şunlardan biriyle kandırsaydı ya kızını. Hüseyin bunu düşünürken yazar klavyesinin başında Hüseyin’e gülüyordu: Hiçbir çocuk kanmaz aslında. Kanmış gibi yapar.”

-Vay be.

-Ne o? Az önce muhaliftin. Ne oldu da alkış safına geçtin?

-Bu son, uydu azizim uydu.

-Uydu?