Kelimeler: yanak, korku, zarf.
BÖYLE BUYURDU
Hakan halkına küsüp obayı terke yeltendiğinde hatunu, eğer obadan ayrılırsa onunla gelmemekle tehdit etti. Hakan bir anlık tereddütten sonra ağzının arasından ıslığa benzer bir sesle: Sen bilirsin, dedi ve Karakumrul nam atını sürdü. Atın arkasından bakakaldı hatun. Korkuturum da kalır burada sanmıştı. İnsan. Sanarak yaşar.
Nereye gideceğini bilmez hâlde sürüyordu atını. Kaç yıllık hatununa bak sen hele? Koca hakanı tehdit ediyor bir de. At dörtnala koşarken tısladı: “Gökçe göğün altında ben olmadan rahat nefes soluma.” Obanın epey dışına çıktı. Ulu ulu ağaçların donattığı ormanı geçti. Suyu görklüce akan çayın üstünden geçti. İt ulumaz bayırın düzünden geçti. Obadan uzaklaştıkça gönlü gen oluyordu. Obasının o yılışık bakışlarından uzaklaştıkça yarpuz yemiş gibi ferahlıyordu. Böyle böyle uzaklaştı uzaklaştı. Ta bir dağın yamacına vardı.
Atının yularını bir ağaca doladı. Kendisi de atının yanına çömeldi. İnsan oturunca başına düşünceler üşüşür. Hoş, nereye kaçarsa kaçsın kafasında yaşar insan, orada da ölür. Yurdu kafasının içidir. Dünya derler adına, bir gölge. Cenazesini bu gölgeden kaldırırlar. Hakan da kaçtığını sandı. Ona toyda itaat etmeyen beylerinden. Tepesinde mavi gök. Karşısında güneşin ışıklarıyla yıkanıp duran ağaçlar, çayır. Kuş sesleri. Rüzgârın o tatlı hışırtısı. Lakin bunların bir tekini bile duymuyordu kulağındaki galiz seslerden. Toyda korkusunu açmıştı beylerine. Kıtlık kapıda. Otlaklar kurumaya yüz tuttu. Düşmansa dişlerini bileyip durur. Kendimize yeni yurt bulalım, demişti. Beyleri hep bir ağızdan ona hain dediler. Yurtsuz dediler. Git dediler. Koca boyun ulu geleneğini çiğnediler. Hatunsa yerinden kımıldamadı bile. Hakan diretti. Bebeler ölür, kocalar ölür, hayvanlar ölür. Gidelim buradan, sözüm üzre söz istemem, dedi. Beyler birlik olup kalktılar, kılıçlarını kınlarından sıyırdılar. Hakan iki yanındaki yârenlerine baktı. Onlar dahi kafalarını önlerine gömmüşlerdi. Korkunla yaşa, onunla geber, diye koca hakana ünlediler. Hakan otağından çıktığında peşinden hatun da çıktı. Gerisi malum.
Şanlı tarihlerinde milletini terk eden tek hakandı. Bunun utancına mı yansın yoksa halkının kıtlık içinde eriyip gideceğine mi? Toyda diretseydi, kellemi alsanız buradan gidecek değilim deseydi. Saldırsaydı asilere. Alsaydı ya kellelerini. Korku. İnsanın elini kolunu bağlayan o illet. Hakanı yerinden etti. Hem halkının başına geleceklerden korktu hem kendine üşürülen kılıçlardan. Korku sürgüne gönderen yegâne güçtü dünya kurulalı. Hakan şimdi bir ulu ağacın gölgesinde kıpırtısız olanı biteni düşünüyordu. Hey ulu Tanrı, bir yol göster! Ağzı dualı hakanın duası kabul olmuş olacak ki yaslandığı ağaç sarsılmaya başladı. Yerden zelzele sesine benzer uğultular geliyordu. Hakan alelacele atının yularını çözdü, ağaçtan uzaklaştı. At yerinden kıpırdamıyordu. Hakansa tabanları yağladı. Yani ağaçtan uzaklaştı. At karaca alnını göğe kaldırdı, ağaç yarıldı. İçinden altın renginde bir ışık çıktı. Hakan ışığa bakamıyordu, atsa gözünü ışığa dikmiş öylece kalmıştı. Zelzele dindi, ışık geldiği gibi kayboldu. Ağaç eski hâline döndü. Ağacın dibinde kocaman kara bir zarf gördü. Zarf ya. Hakan şekilsiz şükülsüz bir şey diye nitelemiş olabilir, biz ne olduğunu biliyoruz neticede. İşte basbayağı zarf, görmüyor musunuz! Neyse ne. Ürkekçe yaklaştı. Zarfı korkarak eline aldı ve açtı. İçinden bir kâğıt çıktı, okumaya koyuldu. Okudukça yüzü dehşete kapılıyordu. Olduğu yerde çöktü kaldı. Elinde sanki kâğıt değil de kocaman bir kaya tutuyor gibiydi. Ne kadar süre öyle kaldı bilinmez, atının arka ayaklarıyla ona toprak sıçratmasıyla kendine geldi. Karakumrul’un, “Kendine gel be!” deme şekliydi bu. Hakan toparlandı, yakındaki dereye kafasını soktu. Geldi yine ağacın altına çömeldi.
Akşam oluyordu. Obasından bir kişi bile gelmemişti onu aramaya. Bunca yıllık hatırı, pula dönmüştü ya. Hepsi tamuya varsındı. Zarfta yazanları düşünüyordu. Ne yapacaktı şimdi? Kâğıtta korku otunu yiyenin üç gün yaşayacağı yazılıydı. Hakan başta bunu kendine konduramadıysa da şimdi şimdi anlıyordu ki not bizzat kendisineydi. Atalarından duymuştu. Ağaçtan çıkan ışık, güneşten bile kıymetliydi. Yakacaktı kendisini.
Bu düşünceler arasında ağacın altında sızdı kaldı. Karakumrul huzursuz kıpırdandı. Yönünü geleni görebileceği yana çevirdi.
Güneş yükseldi. Ortalık aymaya başladı. Işığın değdiği yerler, altınla yıkanmış gibi oluyordu. Ot otluktan çıkıyor misal, bir altın çubuğa dönüşüyordu. Çayır yemyeşil bir denize. Hakansa ışık altında daha da zavallıya. Yanağında bir acıyla uyandı. Başta sert zemine yatmanın azizliği sandı ama elini atınca oyulmuş yarayı fark etti. Yara hem kanıyor hem de alev atıyordu neredeyse. Gitti derede yarayı temizledi. Şifa olması için bir tutam ot çiğnedi, yaraya bastırdı. Kan durmuştu ama sızısı gitgide artıyordu. Çıkınından biraz kurutulmuş etle bir dilim ekmek çıkardı. Yaranın sancısına rağmen yemeye koyuldu.
Yedikten sonra Karakumrul’u çözdü. Eyerini yerleştirdi, atladı atına. Dehhaladı. At başta hakanın çevirdiği yöne gittiyse de bir süre sonra olduğu yerde çivilenmiş gibi kaldı. Milim kıpırdamadı yerinden. Hakan bir yandan yanağındaki yaranın yeniden başlayan kanamasını durdurmaya uğraşıyor bir yandan da inatçı atını harekete zorluyordu. Yok, ne ettiyse olmadı. Hayvanı tersi yöne çevirdi, bari başka yollardan uzaklaşalım diye düşündü. At bu sefer obaları yönünde şahlanmaya başladı. Delirmiş gibi koşuyordu. Hakan teslimiyetle korku arasında çalkalanıyor, bu savaştan kendisinin mağlup çıkacağını biliyordu. Zaten üç günü vardı. Korkusunu alt etmesi için de bu şarttı. Obaya dönecek ve ölüsü gerekirse obasından çıkacaktı. Gittiler gittiler. Nice görklü çayları aştılar. Ulu ulu ağaçları geride bıraktılar. Güneşin balkıyan ışıkları altında yelle yarıştılar. Vakta ki geldiler, obayı gören yüksekçe bir yerde durdular.
Yalnız bu manzara umdukları gibi değildi. Oba yanıyordu. Kadınların çocukların feryatları göğe yükseliyor, erkeklerin kılıç şakırtıları çın çın çınlıyordu. At yerinde huysuzlandı. Belli ki cenk meydanına koşmak istiyordu. Hakan itidalli ama korkulu gözlerle olanı biteni izledi bir süre. Ekin gibi biçilen halkını izledi. Şu düşmana kılıç üşüren hatun, kendi hatunuydu. Şurada kelle alan kendi oğlu. Kendisine uylayana ateşli topacı sallayan anası. Şu gök ekin gibi biçilense kardaşı.
Ne yapacaktı? Girse obaya, olan zaten olmuş. Kendisi de ölecek. Zarfın dediği olacak. Girmese şu manzaranın hatırası günden güne eritecek onu, yakacak. Ne yapacaktı? Yanağındaki yaranın kanaması durmuştu. Obanın yangını durmuştu, esen yel durmuştu, balkıyan ışık durmuştu. Ne yapacaktı?
Obadakiler bu hengâmenin ortasında Karakumrul’un çetin kişnemesini duydular. Hakanlarının geldiğini anlayıp anlık bir sevinçle sesin geldiği yana döndüler. Umut gözlerinde pür ateşi gibi yandı söndü. Karakumrul tek gelmişti. Üstünde hakanları yoktu.
Hakansa obasını tepeden bir süre daha izledi. Sonra geldiği yönden hızla uzaklaşmaya koyuldu. Yarası yeniden kanamaya başlamış, üstü başı al kanlara bulanmıştı. Görklü Tanrı’dan bir at talep etti. Alaca başlı beyaz bir at doğu ufkundan geldi yamacında durdu. Demek ki dedi, buradan uzaklaşmakta haklıyım. Tanrı nimetini esirgemediğine göre. İnsan olmak, hakanda vücut bulmuştu. Kendine yontmalarda birinciydi insanoğlu. Bunu yapanların ilkiyse bu korkak hakandı. Öyle ya, senin korkaklığından cihana ne Tanrı’ya ne?
“Ey Tanrı,” dedi, “Şu yanağımdaki yaraya da şifa ver. Yoksa bu acı canımı alacak.” Tanrı yarasına da şifa verdi. Hakan atına iyice yerleşti. Geride yanmış obanın külleri savruluyordu.
Büyük bir güvenle yola koyuldu hakan. Batı ufkunda dağları aşa aşa ilerledi. Elbet bir ocak bulacaktı. O zaman yeniden bir ülkenin ateşini harlayabilirdi. Tanrı onu yaşatıyorsa, ondan muradı büyük olmalıydı.
Gün akşama varmak üzereydi. Bir ağacın altında dinlenmeye çekildi. Kar gibi atını ağaca bağladı. Kendisi de sırtüstü uzandı, görklü göğü izlemeye koyuldu. Çok şükür dedi mi bilinmez ama o minvalde bakıyordu göğe. Burası düşman hududuna yakındı. Yanında da okundan yayından başka silahı yoktu. Tanrı’dan şöyle enlice bir kılıç dilese. Diledi. “Ey Tanrı,” dedi. “Bana öyle bir kılıç ver ki düşmanımın tam göğsüne saplayayım da yüce ırkım rahat bulsun. Öyle bir kılıç olsun ki korkakların başını yesin. Başlangıç olsun ol görklü yeni ülkeme, uçmağa dönsün.”
Tanrı görklü gökten parıl parıl yanan bir kılıç gönderdi. Kılıç geldi geldi ve hakanın görklü göğsüne saplanıverdi.