Servi

Hacer Noğman

Mevcut bir savaşın yekten bitmesiyle dolan boşluktu yanağımdaki.

Vaktiyle herkesin bir duygu oturttuğu avurduna ben nereden bilebilirdim ki nasıl bir duygu yerleşeceğini. Ama özellikle benimkine. Karmaşık bir cümle. E, zihin her zaman berrak olmaz ama di mi.

Senesini hatırlayamadığım bir güz ayında her şey başladı. Neden insanların yanakları çukurlaşıyordu? Bu soru zihnimin bir köşesine oturmuş, ha bire “ben buradayım” diyordu. Soru, aynaya bakmamla değişik bir hâl aldı: Neden yanağım çukurlaşıyor?

Sonraları, yanakla da kalmadı. Nasıl mı? Mahallemizdeki Seyfi’nin bakkal köşesinde ağladığını gördüm. Ağlar bu, çocuktur, diye geçiyordum yanından. Aynı hizaya geldiğimize tekrar baktım ona. Ağzımda dönen sakız öylece kalakaldı. Kulağında bir şey vardı. Ne olduğunu anlayamadım. Gözlerim irileşti ama yine de anlayamadım. İşte ilk o gün, yanaklardaki çukurlara dair merakımı başka bir şey almıştı. Ortak tek paydaları vardı; ne olduklarını anlayamıyordum.

O çukura ne yerleşiyor? Bu soruyu önceden sormuştum değil mi? Evet. Bunu yıllar sonra öğrenecektim. “Yıllar sonra”nın bir de başı vardı. “Yıllar öncesi” Yanağımda çukurun oluşmaya başladığı an. İlkin gamze sandım. Baktım zamanla derinleşti. Baktım, ne oldu da derinleşti. Aslında bunu idrak edişim, bu soru üzerine düşmemle olmadı. Demin “yıllar sonra” dediğim zamanda, aslında bu çukurun bir şeye hazırlandığını anladım. Ama ne içindi?

Çukur herkeste aynı. İçindekiler neydi? O güne kadar bunu bilemedim. Bir salı pazarında, sebze satan adamın yanındaki küçük kızın göz pınarlarında gördüm o çukurlardan. Durdum tezgâhın önünde, dakikalarca baktım kıza. Çukurlara. Bir marula baktıysam üç kıza baktım. İki domatese, beş çukurlara. Yanıma yanaşan birisi dört kilosu dokuz liradan domates aldı. On lira verdi, bir lira para üstü aldı. O bir lirayı kıza verdi. Çukurlar doldu.

İki yıl geçmişti. Yanağımdaki çukur derinleşmeye devam ediyordu. Aklıma her geldiğinde aynaya bakıyor, elimle yanağımı yokluyor, parmaklarımı elmacık kemiğimde gezdiriyordum.

Size çok daha önceden bahsetmem gereken bir zarf vardı. Salondaki kütüphanede, kitapların arasında belli belirsiz görünen bir beyazlıktı elime alana dek. Üzerindeki el yazısını tanıyordum. Açmadım zarfı. İçimde bir his büyüdü. Dallandı. Serpildi. Odalara yayıldı. Sokaklara döküldü. Caddelere taştı. Bana sorsanız şehri kapladı; yüksek bir tepede serviye yaslanmış şehri izleseniz görünürdü. Diyeceğim o ki yanağımdaki çukur da derinleşti. Zarfı açamadığım her gün biraz daha, biraz daha. İçimdeki hissin ne olduğu çok iyi anlamıştım. Soğuk lacivert bir şeydi.

Bir seneyi böyle geçirdim; soğuk lacivert bir yıl. Son bulmasını istediğiniz belirsizliklerden birini düşünün; sizi en meçhul hâle getireni. İşte böyleydi benim için geçen son bir yıl.

Sonra ne mi oldu, zarfı açtım. Açmadan daha ne kadar duracaktım, değil mi? Belirsizlik insanı mahveder. Bundan bahsetmiştim. İşte mahvolmuştum. Zarfı açtığımda karşımdaki satırlar o renge karıştı. Büyüyen his bir yumru olup yerleşti yanağıma. Çukur kapandı. Aynada yanağımı yokladım. Hiçbir şey yoktu. Yıllardır büyüyen şeyin korku olduğunu, ardından gelen çaresizlikten anladım. Siz şimdi bu şeyin korku olamayacağından falan söz edebilirsiniz. Okuyucu böyledir. Bu yüzden sizin zarfta yazanlardan haberiniz yok. Olmalı mıydı? Belki de.

Şehrin tepesine çıktım, sırtımı serviye yasladım, arda kalan çaresizlik şehre yayılmıştı.

Hacer Noğman

kelimeler: yanak, korku zarf.