kelimeler: muhabir, fildişi, oran
Sataşma
“Deri ceket aldı mı annen? Eğer almadıysa bırak şu rüzgârın önüne geçip saçlarını savurmayı. Etkili olmuyor. Ayrıca güneş gözlüklerin rayben değil ahahaa.”
“Doro cokot oldo mo onnon? Hom hom hom. Çok komik.”
“Ne var oğlum, haksız mıyım? Alt tarafı basit bir muhabirsin, artistlik yapmayı bırak.”
“Basit bir muhabirsin ne demek ya!”
“Ben savaş muhabiriyim. Senin kadar konuşmuyorum şurda. Dünden beri Peru da Peru.”
Erdem cevap vermeden ayağa kalktı. Ama içinden geçen tüm cevaplar, lazer gibi Kamer’in gözlerinin içinden geçti. Kamer, Erdem için artık selam bile vermeyeceği biriydi. Bıkmıştı bu alaylı espirilerinden. Basit bir haber değildi ki anlattığı. Adamlar Türkiye’den kalkmışlar dünyanın her yerinde fillerin dişini sökmüşler, yüzlerce filin dişini alıp Peru sahiline gömmüşler. Bütün dünyaya rezil olduk be! Nesi sıradan bunun? Sen kalk ülkenden bambaşka ülkelere git, bulduğun tüm fillerin dişlerini sök, yetmiyormuş gibi dünyanın bir ucundaki sahili kasa diye kullan. Anlatıcam tabii, niye anlatmayacakmışım. Serseri, kompleksli herif. Hani ki tüm dünyada savaş çıkmasını arzularsın. İlla savaş muhabiri olmam mı lazım? Savaş olmasa ülke dışına çıkmayacak salak, gelmiş kabarıyor bana. Üç dil biliyorum ulan, üç. Ben de öğrenirim, Arapça öğrenmek meseleyse eğer. Öğrencem de zaten. Kötü komşu insanı mal sahibi edermiş. Of şeytan diyor ki geri dön, kafa göz dal, daya yüzünü cam masaya, şöyle yanağı yayıldıkça yayılsın, kaldır kafasını yanağı çok kırmızı değilse tekrar yatır.
Hışımla odasına girdi, montunu alıp çıktı. Kartını okuturken güvenlik görevlisi soran gözlerle baktı. El edip şirketten ayrıldı.
Hava buz gibiydi. Kafasını açar, iyi gelir diye düşündü. Ama yok Osman’a takmıştı şimdi de. Hadi Kamer’in her zamanki hâli, ulan Osman’a n’oluyor. Kamer sanki adammış gibi ne diye çekinip susuyor. Sorsam şimdi. Abi Kamer şaka yaptı, sen alındın, der. Oh ne güzel. Durmadan ağzımıza tükürelim birbirimizin ama şaka yaptık diyelim. Oldu. Dokuz yıldır muhabirim, gelmiş bana çömez muamelesi yapıyor. Yetti be geldiği günden beri. Hani bir fark olsa bari. İki üç yıl fazlası var. Kıskanç, kıskanç.
Epey yürüdü. Ara sokaklara daldı. Yolu uzattı. Bazı evleri ilk kez görüyordu. Bir ara beyni susmuş gibi geldi. Fark ettiği an yeniden kavgaya tutuştu. Yarın sabah yine o arsız herif gelir sulu sulu espiri yapmaya kalkarsa valla dayanamam artık. İzin mi alsam? Ne izni ya, adama malzeme lazım zaten. Nereden sataşsam diye bakıyor.
Ne kadar oyalansa da evin sokağına gelmişti. Markete girdi. Cips ve kola alacaktı. Canı çok sıkkın olunca genelde yemek yerine bu tarz şeyler yerdi. Sanki katır kutur ses çıkarırken beyni hafiften uyuşuyordu. Cipslerin olduğu kısımda biraz durdu, sigaradan iyidir, diyerek iki kocaman paket aldı. İçeceklere baktı, bir litre kolada karar kıldı. Tam alacakken vazgeçti. Soda alayım, soda, dedi. Bir kansız yüzünden ne diye zehirliyorum kendimi.
Kasaya ilerledi. Kasadaki kız değişmişti. Cips ve içecek alırken yaşadığı kararsızlığa benzer bir tutulma yaşadı. Kızdaki sadelik aklını başından almıştı. Zaten tam da yerinde olmadığı için alması kolay oldu. Kız kendisine bakıldığını fark edince “Hoş geldiniz.” dedi. Kasada, marketten çıkmak üzereyken hoş geldiniz denmesi hep tuhafına gitmiştir. “Hoş buldum.” Kızın yüzüne, bir parçasını alıp gidecekmiş gibi bakıyordu. “Altın oran bu.” dedi. “Efendim?” “Hiç.” Hemen toparlaması lazımdı. Deli sanacaktı yoksa. “Şey. Bir an cüzdanımı unuttum sandım da cebimdeymiş. Tüm gün yorulunca insanda kafa kalmıyor.”
Saat üçtü. Bütün gün yorulacak kadar geç değildi aslında ama bir kez söylemiş bulundu.
Kız gülümsedi.
“Ayşe gitti mi, siz başladığınıza göre ayrıldı herhalde. Hayırlı olsun.”
“Evet ayrıldı. Teşekkür ederim. 24 lira.”
“Buyrun. Teşekkürler. İyi akşamlar.”
“İyi akşamlar.”
Kapıyı çaldı. Kız kardeşi yine, anahtarı neden almadın, diye söylenecekti ama umurunda değildi. Sıkıntısı geçmiş, içine bir ferahlık gelmişti.
Kapı açıldı.
“Hayırdır hasta mısın?”
“Yok kız. Kamer yine canımı sıktı. Çıktım geldim.”
“Yine ne yaptı bay ukala?”
“Ben Peru’daki olayları anlatıyordum Osman’a. Geldi bu pislik muhabbetin içine etti. Basit bir muhabirmişim ben.”
“Salak.” dedi. Ama böyle tanır gibi salak dedi. Erdem bir an tereddütle kardeşine baktı. Sonra eliyle konuştukları konuyu kovar gibi “Aman boş ver, biraz önce âşık oldum, hepsini unuttum.” dedi.
“Hadi be. Kime?”
“Bizim marketteki kasaya bakan kıza.”
“Heee Sümeyye mi?”
Ciddiye almamıştı belli ki.
“Aaa tanıyor musun? Tanıyorsun da niye hiç demiyorsun? Ayarlasana bana kız. Nolur. Yemin ediyorum ben böyle tatlı bir kız görmedim. Ağzı yüzü okka gibi, yüzüne ölçe ölçe oturtmuşlar sanki. Altın oran, altın oran valla.”
“Dur dur sakin ol. 19 yaşında kız. Bizden çok küçük.”
“Amaaa.”
“Evet göstermiyor ama öyle. Yoksa uğraşırdım bir şeyler olsun diye. Bizim Serpil’in kardeşi işte.”
“Hadi be. Hay şansıma tüküreyim. 32 yaşında adamım ya 19 yaşında kıza bakıyorum! Tüü! Altın oranmış. Abaza gibi bir de. Tüü kalıbıma.”
Kardeşinin sehpanın üzerinde duran telefonu çalıyordu. Göz ucuyla baktı. “Kadem Mu.” yazıyordu. Başının içindeki bir bölge Kadem Kadem Kadem diye çınladı. Muhabirin mu’su. Keşke kola da alsaydım diye geçirdi bir an içinden. Kardeşine bilindik lazer ışınlarını yolladı. Kardeşi hızla odayı terk etti, öyle açıklayabilirim filan da demedi. Çünkü açıktı. Adama bak samimiyet kurmak için sataşma yöntemini seçmiş, ortaokul öğrencileri gibi. Gör bakalım ben sana neler yapıcam Kadem Bey. Mutfağa gidip cipsleri kaba döktü. Televizyonu açtı. Muhtemelen bol kanlı bir şey izleyecekti. Koltukta bağdaş kurup kabı kucağına oturttu. Başrolde yüzünün altın oranıyla meşhur bir kadın oyuncu vardı.