Ekimin Hasadı

Rabia Bayazit

Saat 10:10. Pencere ardından gelen seslere kulak kabarttı. Apartmanın kapısı açıldı. Ne dediğini umursamadan hoparlörle gezen bir arabayı dinledi. Evdeki sessizliği bozacak her sesi kovalayıp durdu. Hayallerine tutunup yol almak isteyen düşüncelerini silkeledi. Düşüncelerinin düşüşlerini bile dinlemek istedi: Ah! Öksürdü. Sigarasını iki dudağının arasına bıraktı. Çakmağına yeltenmeden önce gözleri mutfak penceresinin az biraz ötesinde görünen yeşilliklere uzandı. Daldı. Efkârlanan her insan gibi bir türkü duymak istedi. Radyonun kablosunu prize takıp sigarasını yaktı. İlk dumanı salıverdikten sonra kanalları tek tek geçti. Hayat dolu şarkıların çaldığı frekanslardan tiksindi. Nihayet bir türkü buldu. Efkârı sımsıcak oldu. Duvarın rengi kucakladı onu, fildişi rengiyle hayallerine tutunup benliğini fildişi sahillerine attı. Hareketten bitap düşmüş bir işçi gibi hayallerinden yoruldu. Saçlarındaki aklar hayal kurmaya hakkı olmadığını söylüyordu. İnsan bir yaştan sonra aynaya da ihtiyaç duymuyordu. Süt beyaz akan dereler gibi duran saç telleri artık sırıtmıyordu, artık sadece saçları vardı. Sigarasını öyle bir içine çekti ki izmaritine değin dayandı küller. Tüketmişti, tükenmişti.

Saat 10:15. Sıcak bir yemek kokusu duymak istedi. Bir domatesi kaç parçaya bölmesi gerektiğini düşünmekten aile kurmayı düşünememişti. Sevdiği bir kız vardı: Ayşe. N’apıyordu acaba? Oradan oraya giden bir muhabir olduğu için kız veren olmamıştı kendisine. Etrafına bakındı. Evde her şey vardı ve her şey yerli yerindeydi. Ama sadece bir evdi, evim diyemedi. Saatlerdir önünde duran şantiye kahvaltısından bozma üç beş lokmayı da yiyememişti. Şu yaşına kadar neden bunu düşünememişti? Neden hep kendine yetmek istemiş ama başkasında kendi varlığını aramamıştı? Domatesi kaç parçaya böleceğini artık biliyordu. Ancak bölse dahi diğer yarısı zayi olacaktı. Zaten her şeyi zayi eden bir “oradan oraya” varlığı vardı.

Saat yok. Ağlamak istedi. Ağlamak için kendini bir hayli zorladı. Çalan türküler de fayda etmiyordu. Ağlamalıydı. Ayağa kalktı. Ocağa bir tencere koyup içini su ile doldurdu. Paketteki yarım makarnaya göz ucuyla baktı. Ocağı yaktı, sigara paketine uzanıp kül tablasında inceden dumanı tüten sigaraya baktı. Sigarasını söndürmeye bile acizdi. Dumanı içine çekip başka bir sigara yaktı. Gençliğini düşündü. Düşünmemek için oturdu. Her şey matem kurmaya itiyordu onu. Bıraktı, direnmedi. Sigarasını sevdiği belleyip durmadan içti. Artık sigaralar da kar etmiyordu. Uzunca kollarından biri masaya uzanmış, bir diğeri ise bacağında soluklanmaya durmuştu. Ellerini yumruk yapmış, başparmaklarıyla diğer parmaklarına şefkat gösteriyordu. Dakikalarca heykel gibi durdu. Onun başı neredeydi? Hangi parçanın bütünü, hangi bütünün parçasıydı? İşte hayatında bu oran eksikti. İkilik ona hep ikircikli bir hayat gibi gelmişti. Ayşe’den sonra arsızlaşmış, hep daha iyisi ve daha güzelini istemişti. Böyle değil miydi zaten insan, bir kere kötülük görünce bin tane kötülüğü yapmaya kendinde hak gören? Ona tutulan Meliha’ya neler neler yapmıştı? Hâlbuki kızcağızın tek suçu sevmekti, belki de yeterince güzel olmamak. Var olan iyi ve güzelden daha fazlasını hayal etmek belasına düşmüştü. Bu yüzden şimdi bir yuvası değil sadece evi vardı. İkircikli hayatı işte şimdi yaşıyordu. Her an bir buhran geçiriyor ve her an yeniden kendi kendini doğuruyordu. Artık tanrı olmadığını anlamıştı. Doğmadı.

Fokur fokur seslerle Meliha’nın kalp ağrılarını kendine batırmayı bırakmıştı. Küçükken kulaklı makarna dediği fiyonkları tencereye boşalttı. Tuzunu da kattıktan sonra annesini düşünmeye başladı. Bir öğündeki tek yemek olan makarnaların tadını hatırlamaya çalıştı. Bunu da beceremedi. Ocaktan tencereyi alıp lavaboya boşalttı. Masanın üzerindeki sigara ve anahtarını telaşla alıp evden çıktı.

Rabia BAYAZİT

Üç kelime ile öykü yazma. Kelimeler: Fildişi, Oran, Muhabir.