Vaziyet

Ayşenur Önler

Taburenin kaymasıyla amcalardan biri yere yuvarlandı. Sağ tarafının tozuyla ayağa kalktığında kendisi dâhil, ahali gülmeye başladı. Kolunun ağrısı anında geçmişti. Bu ara kendisine gelen Allah’ın yardımlarını düşündü. Ama belli etmemeliydi, mezardakilerin yarısı nazardandı.

“Zaten ne zaman işim rast gider ki ahaha.” dedi amca bir yandan hırıltılı kahkahasıyla kolunu silkelerken. Kahverengi kazağının üzerine bir yelek giymişti. Toz ve yeleği ayniyle olmasa da ortak bir rengi paylaşıyordu. “Seyfo’ya söyleyeyim de şu taburelere bi baksın. Birimiz sakat kalacağız maazallah.”

Amca başka bir tabure çekmeden kendisini sağa deviren tabureyi eline aldı. Tozlu havayı eliyle dağıttı. Ayakları arasında oran farkı görünüyordu. Sonra o tabureyi yere bırakıp başka bir tanesini eline aldı. Oturma kısmı altta kalacak şekilde masaya koydu. Bunun da tam manasıyla eşit ayaklara sahip olduğu söylenemezdi. Bu oran problemini bir el testeresiyle halledebilirdi.

Amcalardan diğeri ise önündeki gazeteye kilitlenmiş bir haberi okuyordu. Zamanında bir terzinin diktiği yelekten bahsediyordu. Kendisine özenle diktiği bu yeleği kenara ayırdıktan sonra çırağı yanlışlıkla satmış. Anlatılana göre bu yeleği giyen kişiye hastalık hiç uğramazmış. Zira terzi yeleğin her dikişinde sırlı esmalar zikretmiş. Tam üç yıl sürmüş dikmesi. Kendisinin olduğuna nişane olarak da iç cebine adını nakşetmiş. Rengi ve çizimi gazetenin alt köşesinde verilmişti. Amca oraya dikkatli bakınca, bunu bir yerlerden hatırladığını hissetti. Ama neredendi?

Az önce düşen adama baktı. Ne de çok benziyordu. Bu rengi de hiç görmemişti birinde. Yepyeni duruyordu. Sahi, bu adam yakınlarda kemoterapi almamış mıydı? Nasıl hemen atlatmış ola ki?

Üçüncü amca içeride televizyon izliyordu. Bir yanda çay bardaklarının şıngırtısı bir yanda ince bir uğultu bir yanda da öğlen bültenini sunan genç bir muhabir. Aklının üç bölümünü toparlayıp sadece ekrana odaklandı. Seyfo’dan kumandayı istemeye çekindiği için daha yakın bir yerine oturdu ama az önceki sandalyedeki gibi rahat edemedi. Kulak verdi. Ölüm haberi. Tuhaf bir hikâye. Anlam veremedi. Bir şeyin ardına düşmek nasıl ölüm getirirdi? Gözlerini yerden ayırmayan çırak her şeyin kendi suçu olduğunu söylüyordu. Bu renge bakmamaya yeminliydi artık. Ustasının ona bıraktığı dükkâna siyah renkten başka kumaş girmeyecekti. Ardından ustasının ölüm nedeni soruldu kendisine. Çırak duraksadı. Biliyorsunuz ya, dedi. Bir de kendisinden duymak istediklerini söylediler. O da çizimi kameraya göstererek anlatmaya başladı. Amca şaşakaldı. Bir an düşündü. Nereden görmüştü, taze bir görüntüydü aklındaki.

Çay ocağında bir anda iki kişi ayağa kalktı. Biri televizyonun yanından biri de bir ayağı diğerlerinden noksan taburesinden. İkisi de aynı yöne doğru yürüdü. Birinin üç kızı vardı, sonuncusundan torun bekliyordu lakin bir hafta sonra riskli bir göz ameliyatı vardı. Diğerinin ise eşi kendisini bırakıp gitmişti; tansiyon vertigo onu bir evde tek başına duramaz ediyordu. Belki dertlerine çare…

Fildişi yeleği paylaşamayan üç adam bir hengâameye tutuştular. Ahali etraflarında korkuyla onları ayırmaya çalıştı. Yeleği ortalarında tutup üç taraftan çekiştirirken üçü de yere yığıldı. Birinin beli tutulmuştu kalkamadı, birinin gözleri görmez oldu, birinin de saçları aniden döküldü. Üçü de bir elinde yeleğe dokunmaktaydı. Yerden kalkamadılar. İç cebindeki parlayan nakışlar yavaş yavaş kaybolurken bir yerlerde yeleğin sahibini gömüyorlardı.

Kelimeler: Fildişi, Oran, Muhabir.