Gömülmeye Yürümek

Saliha Özer

Sabahın kancasına takılmış göğü gözleriyle süzdüğünde henüz yirmi beş yaşındaydı. Kaşlarının ortasında dönüp duran kırıklı düşünceler boynuna kadar uzanan bir urganın derisine batması gibi batıyordu kafasına. Yirmi beş yıldır yaşamanın verdiği meçhul yorgunluk üzerindeki sonbahar battaniyesiyle artık hepten ağırlamıştı. Neye oranla ağırdı bu battaniye? Hangi çağın battaniyesiyle kıyaslıyordu ki?

Düşündü, sanki ilk kez düşünmek fiiliyle tenha bir sokakta karşılaşmış gibi sarsılarak düşündü hem de. Yine, bir kez daha.. Bu kadar düşünmek yeter diye bir kez daha düşünüp kalktı, bir hınçla... Önce televizyonu açtı, muhabir sabah haberlerinde gündeme dair hadiseleri sunuyordu. Yine aynı muhabir, aynı kanal ve aynı muntazam, klâsik muhabir tonlaması. Bir yandan TV izleyip bir yandan kollarını eskimiş fildişi renginde ceketin kollarına geçirirken bulduğu bir parça ekmeğe bir zeytin sıkıştırıp attı ağzına. Son kez aynadan baktı kendine, her gün aynı fildişi renkli takımı üzerinde görmek canını sıkıyordu hayli... Katranlı bir yutkunmayla ayakkabısını giyinip çıktı, her sabah yaptığı gibi.

En sevdiği şeylerin on yedinci sıralamasında sabah derinliğiyle elleri cebinde yürümek vardı. "Beni sıradan kılıyor bu." diyordu kendi kendine... "en azından şu takımın içinde..." dedi yine... kendinden başka diyecek pek kimse yoktu çünkü. Herkese oranla herkesten daha fazla sarardı kendiyle olan muhabbet onu. Nitekim kendiyle olan bu münakaşa orantısız güçtü. Bir de şu paçavra fildişi takım olmasaydı gıcırdı ya keyfi, neyse…

-Ulan ben de ne adamım he!

Ağzından çıkıveren cümle yanında yürüyen adamın dikkatini çekmişti bile çoktan. Utandı, sesli düşünmek bazen onun daha da tuhaf karşılanmasına müsebbib bir kusurdu çünkü. Hep böyle bir anda yükselen tavırla cümleler telaffuz ederdi. Çocukluğu ve ergenliği afilli bir "tuhaf" yaftasıyla geçivermişti, bu onu yalnızlığa gömen şeydi... gömülmek mi? peh! Pek romantik ve klişe bir kelimeyle yine tanımlamıştı muhterem şahsını.

-Hasan amca bana üç köfte ekmek, şöyle neşeli olsun amcam!

- Biz ne zaman neşemizi kaybettik yeğenim, otur beş dakikaya hazır.

- Eyvallah amcam..

- Ha bir de sosu her zamankine oranla biraz daha az olsun...

İşte her öğlen vakti duyduğu şu Truman Show tadında cümle yine aksetmişti kulaklarına. Sıkılmıştı fakat bir gün duymasa evrenin kara deliğindeki

girdaba çekilebilirdi. Hoş, kaybolmak, silinivermek aslında hep bir yerlerde onu bekliyor gibiydi ya. Apolitik olmanın en matah tarafı da buydu işte. Kimse senin yokluğunla sürükleyici bir dram yapamayacaktı.

Gün boyu fildişi renkli takımıyla, herkese oranla daha fazla çalışmış, mesaiye kalmıştı. Belki önümüzdeki ay yeni, şu malum renkte olmayan bir takım alabilirdi kendine, en gıcırından. Filleri ve dişlerini sonsuza kadar anmayacak biçimde.

Eve dönme vakti gelmişti. Ev, nispeten daha şatafatlı kabul ettiği o beton… Akşamı bir bina içinde, güneşi görmeden etmişti. Bu ağırlıkla dönüyordu evine. Dünyanın dönmesi gibi, dünyaya oranla daha hızlı.

Sevdiği şeyleri on dokuzuncu sırasında -eğer çok yorgun değilse- eve yürüyerek dönmek vardı. En azından muntazam bir karanlıkta dizayn ettiği düşünceler içinde kendini bir köşeye sıkıştıracaktı. Sokakların köşesine... Bu huzurun mini boyutuydu onun için.

Eve döndüğünde fildişi renkli takımını kırışmasın diye koltuğun üstüne boylu boyunca serecek, onunla yine tiksinç bakışlar eşliğinde muhabbet edecekti. Bir süre sonra yine düşünce yağmurundan kaçmak için, yer kürenin kaos dolu gündemini takip edebilmek için televizyonu açacak, muhabire o ses tonu yüzünden sayıp dökecekti. Dostane bir ses tonu değildi bu, robot kadar donuk ve görev bilinciyle doldurduğu bir tonlamaydı çünkü. İnsanı koltuk kadar rahat bir yalnızlığa gömen türden. Peh! Gömmek mi…