İçin Oyuğu

Hacer Noğman

Bakar mısınız şu işe!

Şu elinde herkese mikrofon uzatan adam karşıma çıktığında yolumun daha beşte üçünü bitirmiştim. Beşte ikisine devam edemeyecek bir duraksama oldu bu. Bu, dediğim; birazdan anlatacaklarım. Saatin dörtte biri kadar zaman öncesine ait olan olaylar. Bir soru. Sorudan ötesi. İçimden bir iç.

“Pardon, duyguların sizdeki rengi nedir?” Size o an nasıl donup kaldığımı anlatabileceğimden emin değilim. İyi bir anlatıcı da değilim zaten. Hayatımın dörtte üçü kendimi anlatamamakla geçti. Kalanı da az çok kendini belli ediyor.

“...” Ağzım sola doğru kaymış, kaşlarım kalkmış, sol gözümün yanında çizgiler belirmişti. Kendimi görmüyordum ama kendimi görmem de gerekmiyordu hâlimi tasvir için. Anlatma konusunda iyi olmadığımı söylemiştim.

“Efendim, yok mu bir cevabınız?” Yok. “Duyguların sizdeki rengi nedir?” Öylece baktım muhabire. Mikrofona baktım. Hangi kanaldı bu, dedim. Televizyondaki kanal listemi hemencecik gözden geçirdim. I ı. Televizyonumda böyle bir kanal yok.

“Hanımefendi, siz söylemek ister misiniz? Duyguların sizdeki rengi nedir?”

“Aaııı, her şeyden önce merhaba…” Kadın başladı anlatmaya. Kameraya da anlatıyor ha! Muhabire de bakıyor arada. Tam usta! Bilmem nerede bilmem nerenin bilmem neresinde bilmem ne olarak çalışıyormuş. Bıdı bıdı. Saatime baktım. Buraya gelenden beri geçen zamanın üçte ikisini bu kadın aldı. Ancak bir renkten bahsettiğini işitti kulaklarım:

“...Iııı, mor! Evet evet mor, mor meselaa kadının reengidir. Asaletin reengidir. Ne olursa olsuun, kadınııın, toplum içeriisiinde, bu düzene karşıı dimdik, sapasağlaam, güçlü bir şekilde ayakta durmasının reengidiir. Ama bir de şu vaar ki…”

Hayret doğrusu. Muhabirin sorduğuyla kadının anlattıkları arasında ne bağlantı var, diye düşündüm. Hiçbir bağlantı yok. Evet yok efenim!

Etraf kalabalıklaşmıştı çoktan. Muhabir soğuk terler döküyordu. Yalnızca “Anladım,” diyordu. Sorduğuna pişman olmuştu. Kadın, sözleriyle genç muhabiri bir mıh gibi olduğu yere çakıyordu. Ağır bir çekiç gibi! Yazık!

Zamanını çok verimli kullanmıştı kadın. Anlamadığım dilde dakikalarca konuşmuştu. Hiçbir şey anlamayan bir de bunu yüzüne yaymış adam görseli getirin gözünüzün önüne. Getirdiniz mi? İşte o benim.

Kadın gitti. Kadından kurtulmanın verdiği ferahlama muhabirin gözlerine yerleşmişti. Bir başkasına yöneltti mikrofonunu. Sorusunu tekrarladı. Onlardan biraz uzaklaştım. Adamı dinledim. Bu kez konuşulanları anladım.

“Cıvıl cıvıl renklerin şimdi bende yeri yok. Yıllar yıllar öncesinde kaldı onlar. Evlat, şimdi sana sayacağım renkler koyu tonlardan başka olur mu sanıyorsun. Kahvede elime aldığım gazetenin bulmacasının dolu olduğunu görünce, çabuk silinecek bir gri kaplar içimi. Torunumun sevdiği çikolatayı alınca onun gözlerinden çıkan cırt renkler içime koyu tonlarıyla akar, nüfuz eder. Üç yıldır yanımda olamayan dostumu her hatırlayışımda içim soğuk bir laciverde bürünür. Yoldaşım, eşimi her hatırlayışımda birlikte geçirdiğimiz yılların hemen ardına saklanan renk nedir bilir misin? Siyahtır. Ona biraz daha iyi baktığımda, anılarımız zihnimde daha da canlandığında, o renk cırtlak bir yeşile dönüşür. Gençliğimin, onu tanıdığım yıllarımın yeşiline. Babamın getirdiği abur cubur poşetlerinin sesi yayıldığında o yeşil kaplardı içimi. Pembe karın yağdığı zamanı hatırlar mısın delikanlı? Ben hatırlarım. O zaman da pespembe olmuştum. Tırnaklarıma kadar. Bronşlarımdan gelen nefesim ona her bakışımda havayı pembeye boyardı. Bunlar size fasa fiso geliyor gençler, biliyorum. Ha bazen sinirlenirdim, o zaman koyu bir turuncu dolardı gözlerime. Onun kulaklarında mavi görürdüm. Sonra mesela…”

“Duyguların bendeki rengi neydi?” Kalabalığı oluşturan her kimse bu soruyla sessiz bir uğultu başlatmıştı. Kimi, konuşan adamı dinliyormuş gibi yaparken kendinde renkler arıyor. Kimi, rengine bir duygu uydurmaya çalışıyor. Renklerin içimdeki yeri neydi?

Anlatılan olaylara rağmen aklıma ilk gelen şey organlarım oldu. Bir renk aralığı geçti tam karşıma. Gövdem, tam iman tahtamın üzerinden itibaren yarılsa aşağı doğru, şöyle iki elle genişçe açılsa görünecek renkler ortalama olarak böyleydi; karşımdaydılar. Peki daha da içimdeki renkler? Onlara dair gayrimuayyen bir görüntü oluştu bu kez karşımda. Seçemedim hiçbirini. Kadının konuştuğu süre, adamınkinin dörtte ikisi kadardı. Adamın anlattıklarından ayna tuttum hayatıma. Aynada beliren her bir duyguya, karşımdaki gayrimuayyen görüntüden bir renk seçmeye çalıştım. Saniyelerle yeni görüntüler oluştu aynada. Birinde ağlarken birinde gülüyordum. Birinde yatağımın bir ucuna çekilmişken diğerinde sokak ortasında duruyordum.. Aynadaki görüntüler dakikanın onda biri kadar orada kalıyor, sonra hemen yeni görüntü… Hiçbirine bir renk seçip alamıyorum. Görüntüler kayboluyor.

Duygularına bir bir renk giydiren adam gitmişti. Muhabir kameraman arkadaşıyla uzaklaşıyordu. Kalabalık dağılmıştı. O gayrimuayyen görüntü karşımdaydı. Öylece ona bakıyorum. Bu görüntüye bir renk adı vermeye çalışıyorum. Aynadaki görüntüler bir film şeridi gibi geçiyor zihnimden. Evet diyorum. Evet, renginiz bu! Fildişi!

Dağılıyor o görüntü. Yolumun kalan beşte ikisini bitirmek üzere yürüyorum. Evet diyorum, renginiz fildişi!

Hacer Noğman

Kelimeler: Fildişi, Oran, Muhabir.