Gidip De Varılamayan

Hacer Noğman

Beni yola koyan şey tıpkı boğazdaki bir gıcık gibiydi. Ne geçip gidiyordu ne de rahat veriyordu.

Yüzümü kutsal bildiğime döndüm ve yürümeye başladım. Kutsal saydığım, yön olarak tayin ettiğim ve adını güney koydukları yereydi yolculuğum. Elimde bir demet. Demeti oluşturanların her biri benden bir işaret. Biri, demetteki yerine gitmek için şah damarımın ardına saklanmış, sanki pusu kurmuş, oradan benimle konuşuyordu. Ama sadece o.

Sabah ezanının yola davet ettiği soğukluğuyla çıktım sahilden. Arkama engin karanlıklarla dolu denizi aldım, başladım yürümeye. İlkinde memleketinin ağzıyla konuşan bir teyze gördü beni. Nereye gidiyorsun, dedi. Tabii böyle demedi; memleketinin ağzıyla konuştu. Güneye, dedim. Sonra birkaç bir şey daha sordu. Bunlar ne gereksiz sorular, diye düşündüm. Hafif bir gerginlik alameti şah damarımın ardından göründü, bir şeyler mırıldandı. Onun sesinden teyzenin ne dediğini işitemedim. Yürümeye devam ettim.

Acıyla yoğrulmuş şehirlerden geçerken bir hana misafir oldum. Yanımdan ayırmadığım demetimi iç cebime koydum. Nereye koyarsam koyayım, onu saklayamayacağımı fark etmem için dört gün daha geçmesi gerekiyordu. Bunu bilmeyerek koydum onu iç cebime.

Türlü türlü insanın yüzleri resmedilmişti bu hanın duvarlarına sanki. Duvarlara bakamadan odaya geçtim. Odanın duvarlarını görmezden gelerek uzandım yatağa. Gözlerimi her açışımda karşımda duran yüz ifadesi, iç cebimde sakladığım o demeti hatırlattı bana. Şimdi baş ucumdaydı fakat bakamıyordum. Görebileceğim çehreler beni korkutuyordu. Kimi yedi yıl önceki elem bir hadiseyi, kimi ilk gençlik yıllarımda yediğim dayakların izlerini ve daha nice fena hatıraları anımsatıyordu. Ah bu çehreler.

Göz kapaklarımın varlığını şimdiye değin hiç bu kadar yakınımda hissetmemiştim. O handa bir gece konaklayıp yola çıktım. Günler haftalara katıldı, haftalar yolları birbirine bağladı. Sadece güneye gittim. Ardımda o karanlık denizin varlığıyla, zaman kavramının yitikliğiyle ve zamanın bir koku olarak burnumun direğinde bekçilik yaptığını idrak etmeden yürüdüm.

Yolculuğumun üçüncü cumasına kalabalık bir cemaat eşlik etti. Aynı zamanda bu cemaat, demetimi oluşturanlardan birinin sönmesine, neredeyse yok olmasına vesile oldu. Buna vesile olan zat, cimriliğiyle köye nam salmış bir tüccardı. Cemaatin cuma ertesi sevap eritme eyleminde duymuştum bunu. Bunca zaman nasıl tüccarlık yapabilmiş, diye sordum kendimce. İçimdeki sesi bir yerlerden duyan olacak ki aydınlandım tümüyle. Kim demiş yapabildiğini? Eli böylesine sıkı bir adam, nasıl mal satar; kim ondan mal alır? Bunları, sesinde sitem sezdiğim yaşlıca bir adam söylemişti. Neyin üzerine konuştuğuna dair bir fikrim yoktu. Fakat adamın cimrilik üzerine anlattığı bir hadise vardı ki, sormayın. Dedim ya, sormayın. Onu duyduğumda işte, işte tam o zaman, iç cebimde sakladığım demette bir hareketlilik oldu. Sakin bir yerde çıkarıp ona baktığımda, demetten bir şey eksilmişti. Adını koyamadım. Fakat bu yaşıma dek sıkı olan elimde bir gevşeme oldu.

İnsan seslerinden uzaklaştığımda, güneye yürümeye devam ettiğimde kızgın kumlar karşıladı beni. Nereden bilebilirdim kum tanelerinin demetimden bir şeyi solduracağını? Çok da bir şey olmadı aslında. Sadece yürüdüm. Kumdan tepeleri aştım. Günleri birbirine kattım. Tek kişilik cemaat oldum. Teyemmüme niyetim sıklaştı; normal abdesti unutacak hâle geldim. Bir ikindi öncesiydi. Geçtiğim onlarca kum tepesinden herhangi birinde, ama öncekilere nazaran güneye daha yakın olanda, namaza duracaktım. İç cebimdeki demeti alıp kenara koydum. Yutkunacakken yapamadım. Olsun, dedim. Baktım ki demette bir şey soldu; çelimsiz bir hâl aldı. Şaşırmadım. Çünkü bunun, damla damla akan sabır şelalesinin son damlası olduğunu biliyordum.

Kumdan tepeleri geçerken zaman zaman şah damarımın ardındanki, varlığını belli eder gibi ses etti. Orada olduğunu her fark edişimde gerginlik hasıl oldu bende. Hemen sonrasında o şelale damla damla aktı. Boynumdakinin sesi, önceye oranla daha az çıkıyor artık.

Yürüdüm. Demetim gitgide küçülüyordu. Belki de bunun içindi bu yolculuk, kim bilir.

Esnâ-yı râhda bir deniz gördüm. Yürümeye devam ettim. Nasılı ve niçini kenara bırakıp yürümeye devam ettim. Soğuklara vardım. O kötü kokunun varlığını artırmasına şahitlik ederek yürüdüm. Demetimden solanların kokusu mu bu, diye düşünerek. Baktım ona. Sonra balıklara. Bunca soğuğu hissetmiyormuş gibi yüzenlere baktım. Bunca mahlukata sonsuz merhametiyle yaklaşan O’nun merhametini anlamaya çalıştım. Olmadı. Çabaladım. Olmadıkça şah damarımın ardındaki şey ben buradayım, dedi. Onu susturmaya çabalayacakken noksan merhametimle karşılaştım. Onun sesini hiç işitmez oldum. Baktım demetimde bir şey soldu. Yürümeye devam ettim. Gözlerim deryaya akıttı içindekileri. Saf hâline leke sürmüş gibiydim sanki. Göz pınarlarımı tıkadım. Yürümeye devam ettim.

Yürümeye başladığımda kuzeyim olan şimdi güneyim oluverdi. Şimdi ayaklarımın bastığı karadan baktığım derya, yola çıkmadan arkamı verdiğim engin karanlıklardı. Yürüdüm. Önümdeki son engeli de aştığımda demetimdeki son duygum da solmuştu. Ne geçtiğim deryayı mesul tutabilirim ne de zamanı. Arkama tekrar denizi verdiğimde, karşımda kutsal bildiğim vardı. Fakat şah damarımın ardındaki şey tamamen sesini yitirmişti. Bu şehrin alıp oraya yerleştirdiği şey, tamamen yitmişti. Bir demet de kalmamıştı elimde. Kalan şey sadece o kokuydu. Geçen zamanın yayılan kokusu.

Yolcunun değişmeyeceğini bildim. Fakat yol için aynı şeyi söyleyemezdim. Zira yolun sonuna vardığımda, hâlen yolda olduğumu gördüm; kendimi başladığım yerde buldum: Faroz Liman’ında.

Hacer Noğman

kelimeler: demet, gerginlik, güney