Nizam-ı Alem

Yakup Karahan

Mevzuyu okulun arka bahçesinde çözecektik. İşimizi, olayın karakola intikal etmesi hâlinde vehleten patlamış bir kavga izlenimi verecek enstrümanlar marifetiyle görmeliydik. Deri kemerimden başka, yirmilik tesisat borusu ve nervürlü demir çubukla teçhizatımı tamamladıktan sonra evden çıktım.

Okula giderken sulh yolunu kafamdan silmek için kendi kendimi kışkırtıyordum. Burak, sigarasını yakmak için Fatih Abi'den aldığı çakmağı masaya dik vaziyette koymakla, üstelik son yudumunu aldığı çay bardağını da yine Fatih Abi'nin tabağına toslamakla hepimizi karşısına almıştı. Bu açık tehdit ve hakaretin bedelini Burak'a bu cesareti veren herkes paylaşmalıydı. Değil mi ki delikanlılığın kitabı damarda durmayan kanla yazılagelmişti, bugün de birkaç satırlık haşiyeyle birilerinin etüdünü kolaylaştırmak icap ediyordu. Aslında okumuş adam sayıldığım için kimse benden bu kararlılığı -daha doğrusu bu teşebbüsü- beklemiyordu. Fakat ihraç edildikten sonra bana kucağını açan eski mahallemin, tıpkı diğerleri gibi beni de hayata hazırlayan nizamına mütevazı bir katkıda bulunmak şart olmuştu.

Okula vardığımda müstahdem Baba Necmi raylı bahçe kapısını çekmiş, aşağı yoldan uzaklaşıyordu. Kiremit sütunun üzerinden atlayıp duvar dibinden etrafı kolaçan ederek arka tarafa doğru ilerledim.

Demek ilk ben gelmiştim.

Elimdeki silahları en dipteki sınıfın boyuma gelen mermer denizliğine koydum. Kemerimi bir delik daha kıstım ki, bu sayede elimi attığım gibi açılan tokadan tutup kemeri belimden tek hamleyle çekebilecektim. Sırtımı kaçışın imkânsız olduğu kör duvara vererek hasımlarımı, fakat mümkünse onlardan önce gelmelerini murat ettiğim arkadaşlarımı beklemeye başladım. Gözümü ayırmadığım köşeden, bizden ya da diğer taraftan bir kalabalığın dönmesi an meselesiydi. Şayet ilk önce diğer tayfa gelirse ve ancak onlardan beklenen bir kahpelikle bana saldırırlarsa bizimkiler gelene kadar kendimi korumaya bakacaktım. Aslında bu bir bakıma bize avantaj sağlayabilirdi. Çünkü Fatih Abiler yetiştiğinde bir taraftan ben diğer taraftan onlar bastırarak Burakgili araya alabilirdik. Evet. Belki bana cabadan üç beş yumruğa mal olacaktı ama ilk önce Burakların gelmesi, elbette bizimkilerin de hemen imdada koşması şartıyla, durumu büsbütün lehimize çevirebilirdi.

Kavganın kaderini hesaplıyordum ama kavganın tarafları henüz teşrif etmemişti. Hırsımın önce sabırsızlığa sonra yavaştan vazgeçme isteğine evrildiği esnada köşede, yerden bir karış yukarıda bir karartı görünüp kayboldu. Gayriihtiyari öne bir adım attım, bir gözümle de denizlikteki cephaneleri yokladım. Düşman muhtemelen beni gözetliyor, boy göstermek için boşluğumu kolluyordu. Kemerimi çekecekken tekrar göründü karartı. Kararsız bir gidip gelmenin ardından ortaya çıktı. Tüyleri dökülmüş, bir gözü çapaktan yumulmuş bir kediydi bu. Topallayarak yolu yarıladı. Meydanın ortasında durup sağa sola göz attıktan sonra gerisin geri dönüp üç ayakla uzaklaştı.

Pencerenin önünden demir çubukla plastik boruyu alıp bahçe kapısına yürüdüm. Gelen giden yoktu. Fakat çok geçmeden yukarı köşeden Fatih Abi’nin jettası döndü. Tam önümden geçerken filmli cam vıslayarak indi. Fatih Abi, kolu camda, yanında Burak eğilmiş bana bakıyordu;

"Çarşıya gidiyoz gel sen de."

Muhterem karimin duymasını istemediğim bir jargonla gelmek istemediğimi ve yola devam etmelerini söyledim. Doğrusu onlarca kişinin müdahil olduğu husumetlerini hangi bahanelerle tatlıya bağladıklarını da merak etmedim değil. Kemerimi gevşettim, elimdekileri ihtiyaç hâlinde kullanılması için bir kenara bıraktım. Kapıyı çekip çıktım.

Nereye gideceğine karar veremeyenlerin mekânı olan Aydın Abi’nin yerine gittim. Aydın Abi, sağ yumruğu doğuştan sıkılı eski bir boksördür. Askıyı, çay bardağını, kaşığı ya da parayı tuttuğu sağ elini açılmış hâlde görmek mümkün değildir. Eşyaları kısmen gevşeyen parmaklarını geçirerek kavrar. Şüphesiz bunda diğerlerine göre daha serbest hareket eden -Ahmet Haşim’in, vaktiyle Arşimed’in manivelası kadar önem atfettiği- sağ baş parmağının rolü de büyüktür.

Çay ocağına geldiğim gibi elime bir tabure bir de çay tutuşturdu.

“Boş bulduğun yere çök.”

Çarşı alışverişi yaparken mola veren ailelerin, masaların hemen yanına park ettikleri akülü bisikletlerle gelen emeklilerin arasında bir saksı dibine oturdum. Az sonra Aydın Abi’nin hanımı Ayşe Abla bir elinde iki çay diğer eliyle DSİ İbrahim’in kolunu tutarak geldi. İbrahim’i yanıma oturtup çayları elimize verdi. Aydın Abi’nin verdiği çaydan son yudumu alıp boşu verirken,

“Ayşe Abla çay biraz ılık sanki,” demek gibi bir gaflette bulundum. Ayşe Abla saniyenin kesrinde fırlayıp, dondurma dolabının başındaki Aydın Abi’nin ensesine bir sille geçirdi.

“Sabahtan beri ocağın derecesine bak diyorum Aydın sana.”

DSi gevrek gevrek gülüyordu dönen filme. Bardağı fondipleyip bana döndü,

“Şay işçen mi?”

Henüz ilk yudumu aldığım çayımı gösterdim.

“Aydın bana bi duble,”

Aydın Abi yumruğun üstünde tuttuğu çayı verdikten sonra,

“İbrahim Abi’nin damarlarında çay akar,” dedi. Kendimce, beni okul bahçesinde dımdızlak bırakanları kastederek,

“Bazı müşterilerinde de kan yerine porçöz akıyor abi,” dedim. Aydın Abi anlamayıp durakladı fakat iddiasını sürdürmek istiyordu,

“Ciddiyim bak, geçen eli kesildi, böyle şıpır şıpır dem aktı elinden. İbrahim Abi göstersene bi yaranı.”

İbrahim, bardağı bıraktı, avuç içindeki yara bandını sakınarak soydu. Bandajın ortasındaki bezde kurumuş çay lekesi vardı. İnandığımı ispat edecek kadar şaşırmama rağmen, bir de yarayı oluşturan çiziğin üstüne bastırıp çıkan ifrazatı göstermek istedi. Hakikaten birkaç damla çay çizgiyi belirginleştirip yaranın etrafına yayıldı.

“Ya gördün mü?”

Aklımdan DSİ İbrahim’in çay kaybından ölümü, Kızılay’a çay bağışı, çaycısını değiştirmesi halinde çay değerlerinin anormal çıkması gibi bir sürü mesele geçti.

“Gel şöyle rahat oturalım.”

Bebek arabalı aileden boşalan masaya geçtik. Henüz oturmuştuk ki Kunduracı Adil ve şürekası dibimizde bitti. Hoş bir geliş değildi bu. Adil bilmediğim bir mesele hakkında tartışıyor, beraberinde gelenler harekete geçecekleri anın sabırsızlığıyla etrafı ya da DSİ’yi süzüyordu. Adil’in tam arkasındaki çapa sakallı izbandut ergen, mukaddimeden iyice sıkılmış olacak ki İbrahim’in “Yürüyün lan işinize!” lafı üzerine kendini tutamamış gibi yumruğunu indirdi.

DSİ İbrahim yüzü çay revan içinde yerde kaldı.

Ayşe Abla, “Aydıınnn!” diye ünledi.

Delikanlılık kitabı, esasında sadece birkaç maddeden ibaret olan temel düsturların izahati ihtiyacından dolayı kalınlaşmıştır. İşte o ana maddelerden biri de benim o an DSİ’ye arka çıkmamı emrediyordu.

İbrahim’i yerden kaldırdım. Masanın üstündeki çayı karşımdaki güruhun suratına serperken gördüm ki sol arka çaprazdan Aydın Abi sağ eli havada, sağ taraftan da elinde levyeyle Fatih Abi ve Burak seğirtmekte.

Delikanlılık Kitabında yazan-yazmayan, bundan sonra yazılması lazım gelen birkaç olay art arda yaşandı. Kunduracıları geri püskürtmüştük. Gelgelelim dayak yiyenler azat edildikten sonra, kavgada galip gelenlerin Aydın Abi’den yiyeceği dayak, Ayşe Abla’dan işiteceği azar vardı.