Kan Borusu

Hacer Noğman

“Suadiye’de olsaydın ve Saim’in orada otursaydık leylekleri birlikte görmek on çift anlamlı ve sevgili cümleden daha çok bizi birbirimize anlatacaktı.”

İşaret parmağını kaldığı yere koydu, kitabı kapattı. Ne Suadiye’deyiz ne de Saim’in ordayız, dedi. Okuduğu cümlenin devamına dair bir şeyler söylemesini bekledim fakat olmadı. Elimi dayanak bilip sağıma yanladım. Derin bir iç çekişin ardından gelen duraksama aramıza girdi. O an aramızda rüzgârlar esti, çocuk gülüşleri kuş şakımalarını andırır gibi kulağımıza doluştu, bir cenaze kalabalığı sessizce yanımızdan geçti, deniz sanki bir asa ile iki yanımıza ayrıldı ve çektiğim nefesi verdim. İşte bunun, bu nefesin bende emanet süresi bu kadardı. Bu kadar kısayken uzun.

İşaret parmağını koyduğu yerden kitabı açtı, sayfaları çevirdi, durdu. Keşke leylek görseydik, diye mırıldandım. İstifini bozmadı. Sessizlik, bakışlarımı, dayanak bildiğim elime götürdü. Oradaki damarıma odaklandım. O sustukça daha dikkatli inceledim damarımı. Adı neydi? Hatırlayabilir miydim? Yavaşça hareket ettirdim parmaklarımı. İşaret parmağımı. Sonra diğerini. Sonra diğerini. Sonra… Tekrar işaret parmağımı.

“Elimizden en çok geldiği için aşağı yukarı içimizden kurtulup gelen, ama birbirimize iletemediğimiz her kelimenin yerine kullanabildiğimiz tebessümlerimizi sarf etmiş ve susmuşuzdur.”

Durdu parmaklarım. Adını hatırlamaya çalıştığım damarım hareket ediyordu. Hayret yani, bu hayatta her şey oluyor, sözünü anımsadım. Umarsızca baktım damarıma. Kelimeleri tekrarladı zihnim. Bağımsızlık bayrağını dalgalandırmak isterken yarıda unutmuş olan; zihnim.

Bir şeyler söylemesini bekledim. Bekledim öylece. Susuşlarımızdan birindeydik. Tebessümün olmadığı, her kelimenin yerine kullandığımız susuşlarımızdan biri. Herhangi biri. Sıradan. Alelade. Amiyane. Ve daha nice ifade. Susmak, susmanın ötesinde bir şeymiş. Her defasında bunu farklı bir yerinden anladım.

“Kapat artık şu kitabı.” dedim. Susmaya devam etti. Damarım hâlen hareket ediyordu. Canım sıkılmaya başlamıştı. Bir anda ne çok şey oluyordu böyle.

Sayfaları çevirdi, durdu. Gözüm damarımda, kulağım ondaydı.

“Ruhunun büyük bölümü ahirete sarkmıştır.”

Damarım daha da hareketlendi. Gözlerimi ayıramadım oradan. Kulağım hâlen ondaydı. Zihnimde dönüyordu kelimeler. Duydukça, bir de üzerine düşündükçe damarım hareketleniyordu.

“Kapat şu kitabı dedim sana.” Sesimde ünlem yoktu. Ünlemler, damarıma karışmış, ses tonumla arama bir set çekmişti.

Sayfaları çevirdi, durdu.

“Çünkü bizler böyle değişik durur, geçmişin teriyle savaşırız.”

Hareketlilik, enerjisini avucumda topluyordu âdeta. Elim olduğu yere mıhlanmış gibiydi. Her kelime kulağıma girdiğiyle damarıma geçiyor, trafiği sıkıştırıyordu sanki. Ünlemler kornaya basıyor, kelimeler geçit vermiyordu. Hepsi ise avucumda birleşiyordu. Avucum yavaşça yumuluyordu. Kapat artık şu çeneni, diyemedim. Dudaklarım da birbirine yapışmıştı sanki. Hiçbir şey olmuyormuş gibi devam etti. Hiçbir şey olmuyordu belki de.

“Kelimeleri çapraz kullanarak bir şey soracak ve bir cevap hazırlayamadan susacak mıyız?”

Susacağız evet. İçimden söyledim. Damarım şişti. Avucum, dayanılmaz bir duygunun membasıydı sanki. Var gücümle sıktım onu.

“Çünkü bir an, nedense mutlaka bir an korkunç susuluyor.”

Yıllardır boğazıma oturup kalan yumru da o damarımdan avucuma, yumruğuma indi. Yüreğim orada atıyordu.

“Dua ederken kelimelerin harfler olmadan içinden geçtiği yüreğin göğüs kafesine gelen başım çalkantıya dayanamıyor kaçıyorum renkli camların ışıklarına fakat…”

Yumruğum susturdu onu. Öylece açıldı. Avucumda, okuduğu kitap. Avucumda kelimeler. Avucumda harfler. Ünlemler parmak boğumlarımda. Susuyorduk. Damarım dinmiş.

Üzerimizden leylekler geçiyordu.

Hacer Noğman

kelimeler: kitap, damar, yumruk.