Modifikasyon

Yakup Karahan

Rıfat Abi, yüz yirmi bin kilometrelik Doğan Seleksi için letgoya ilan vermişti. Asfalt yolların mandalina çığlığı rengindeki kanatlı fatihi, üç kaydırımlık ilanda günlerdir arzı endam ediyordu.

Doğrusu bu haberi Rıfat Abinin kendisinden değil de kalburüstü hanelerin ıskartaya çıkan mobilyalarını kelepire okuttuğumuz ikinci el sitesinden öğrenmek ağırımıza gitmişti. Üstelik görsellerde, bir ayağını Doğanın ön kaportasına koyarak, yüzünde yüz yirmi bin kilometrenin hatırasını hiçe sayan bir sırıtışla poz vermesini de yadırgamıyor değildik. Gelgelelim, yıllar yılı hayallerini ve her yeni modelinin posterleriyle odasının duvarlarını süsleyen Honda Sivike kavuşmak için, günün birinde bunu yapacağını biliyorduk.

Asil avcı kuşunu krom folyoyla kaplatırken ya da bagaj duvarlarının her iki yanına alev motifli çıkartmaları elleriyle yapıştırırken, içten içe bir Sivike dokunmayı hayal ettiğini görmek zor değildi: Yere yakın taban, hiçbir şeyin kaçmadığı gözleri andıran farlar, susta duran sivil asalet.

Teknik lisenin müdürü, oğlunun düğün masarifi için 2009 model Sivikini satılığa çıkarınca Rıfat Abi kararını vermişti. Dişinden tırnağından değil ama LPG ve modifiye giderlerinden arttırdığı paraya bakıp, Doğan’dan gelecek meblağı da hesaba katarak müdürün kırk iki bin kilometredeki arabasına talip olmuştu. Lise müdürü parayı peşin istiyordu. Rıfat Abinin arabaları takas edip üstünü nakitle tamamlama teklifi Müdür Beyi dumur etmişti. Bir okul bahçesinde tiril tiril yanan Doğana bir Rıfat Abiye bakıp,

“Eğer dalga geçiyorsan git babanla eğlen. Yok ciddiysen söyleyeyim, bununla okula gelirsem öğrencinin ağzında dilli düdük olurum,” demişti.

Rıfat Abi çaresiz, her gün fiyatı bir parça kırmaya başladı. Nihayet alıcı çıktığındaysa, göz bebeğini bu kadar ucuza kaptırmaya gönlü razı gelmedi, tekrar eski fiyattan pazarlık etmeye çalıştı.

O sırada bizimkilere niyetimi açtım:

“Parayı bulursam alırım oğlum!”

“Lan para nerde?”

“Temel Abiyle konuşacağım, zaten içeride bi dünya yevmiyem var. Biraz da borç verirse olur bu iş.”

“Konuş tabi, Kör Temel yevmiyelerini verince alırsın arabanın tekerini.”

“Görün bakın, arabayı alacağım, siz de ‘kanka piyasa yapalım’ diye peşimde sürteceksiniz.”

Arkadaşlar böyleydi, kafana koyduğun şeyi yapana kadar sana inanmaz, muvaffak olunca da ellerinden gelen desteği vermekten geri durmazlardı.

Ertesi sabah Temel Abiyle Hal Kahvesinde buluştuk. Simit ve üçgen peynirle kahvaltı ederken konuya nasıl gireceğimi düşündüm durdum. Oldum olası girizgâh yapmayı beceremediğimden, Temel Abinin afaki sorularına da yarım yamalak cevap veriyordum.

Mutat sabah müşterileri dağılana kadar konuşmadan oturduk. Temel Abi çay bardağını bembeyaz sakalının ortasına gömerken bir yandan da beni süzüyordu. Göz göze gelince kafasını salladı:

“Hadi millet toplanmadan başlayalım işe.”

Duvarın karşısına geçip düşünmeye, daha doğrusu hayal etmeye (kendi ifadesiyle, ilham beklemeye) başladı. Ben o esnada pet şişeleri keserek yaptığım boya kutularını, fırçaları, peşkirleri, çubukları falan bize tahsis edilen masanın üstüne çıkardım. Duvara akşamdan astar çekmiştik. Temel Abi nihayet, fırçayı tutan elinin bileğini diğer bileğinin üstüyle destekleyip duvarın ortasından çizime başladı.

Bütün dikkat ve hassasiyetini fırçayı kavrayan parmaklarında toplamıştı. Sadece bir malzemeye ihtiyaç olduğunda gözlerini fırçanın ucundan ayırıyor, hafifçe dönüp bana sesleniyordu. Arada bir, çizdiği resmin son halini görmek için başını kaldırdığındaysa beni sınamak için sorular soruyordu:

“Hiç konuşmuyorsun sen de?”

“Elini takip ediyorum abi.”

“Söyle bakayım, sarı zemine hangi renk gider?”

Sırf “kırmızı” dememek için, kafamda sarı renkle onlarca kombinasyona başvuruyorum. Ne kadar çırpınsam da sonunda,

“Kırmızı.” diye cevaplıyorum.

“Ulan hiç anlamıyorsun renklerden ha.”

“Peki ne renk gider Abi?”

“Ne o sen de beni mi sınıyorsun?”

“Estağfurullah Abi, öğrenmek için...”

“Öğrenilecek şey değil bu.”

Kahve boşalmış, ocakçı dede de gelmiş duvarda şekillenen çizgileri izliyordu. Temel Abi kulağının arkasındaki kalemi çekti. Yeşile boyadığı yerden başlayıp birkaç ayrıntısını çizerek, ortaya ince hatlarından ibaret bir gül çıkardı. Başını çevirmeden geriye attığı boş eline mehl çubuğunu verdim. İnce iş yapacağı kısma gelmişti sıra. Yüzündeki ciddiyet ve temkin perde perde arttı. “Yemişim girizgahı,” dedim, “Yekten gireceğim.”

“Abi bir Doğan alacağım kendime, durumumuz müsait mi?”

Ağzı asabi bir tebessümle çarpıldı, nefesini burnundan bıraktı. İnsanların, neşeyle gülme ve öfkeyle kızarma gibi birkaç asal reaksiyonu dışında kalan kararsız tavırlarını anlayamadığım için sustum. Temel Abi de öğleye kadar hiç konuşmadı; peşkirini, tinerini kendi aldı, sorularını yine kendi cevapladı. Öğleyin kahve dolup, müşteriler oturmak yerine ellerinde çayla tepemizde bizi izlemeye başlayınca mesaiye ara verdik.

Sarı Kemal’de yemek yerken,

“Burası bittikten sonra Atköy Camiine geçeceğiz. Tezyinat işi var. Avans alırsak yaparız bir şeyler.”

Ağzımdaki lokmayı yutmayı bekleyemedim. Birkaç ıslak ekmek parçasıyla beraber,

“Siyah,” lafı çıktı ağzımdan.

“Güzel. Araba siyah mı?”

“Yok Abi, sarının üstüne siyah gider.”

Lokmayı sonunda yuttum.

“Sen yine de mecbur kalmadıkça boyalardan uzak dur.”

***

Rıfat Abi tek şartla elimi sıkmayı kabul etti: En azından bir müddet daha, müsait olduğu zamanlarda eski arabasıyla gezmesine ses çıkarmayacaktım. En sıkı yoldaşıyla vedalaşırken ona bu iyiliği çok görmedim. Sivike alışıp eski arabasından yüz çevirene kadar ara sıra Doğanla kaçamak yapmak istemesi normaldi.

Arabamın kontağını çevirir çevirmez kahveye doğru çevirdim direksiyonu. Bizim tayfa balkondaki çardağın altında oturuyordu. Klaksona abanmamla tek sesli gadfadır jeneriği sokağı inletti. Baktım ki bizimkiler yüzlerinde şaşkın gülüşlerle yaklaşıyor, kapıları kilitledim.

“Kusura bakmayın beyler, ilk yengenizi gezdireceğim.”

Ara gazı verip egzozu bağırta bağırta uzaklaştım kahvenin önünden. Milli kuvvetlerin şose yolunda, Anafartalar Caddesinde aheste edayla ilerleyerekten kaldırım ahalisine konser dinletip Saat Kulesi civarındaki dar yollarda podyum voltası attırdım arabama. Hayatımda daha kolay sahiplendiğim hiçbir şey olmamıştı.

“Esra, aşağı insene.”

“Noldu?”

“Bir şey yok ya, in sen.”

Esra, “Hayırlı olsun, tekerine taş değmesin” diye dua etmekle birlikte arabaya binmeyi kesin bir dille reddetti. Hevesim az buçuk kursağımda gerisin geri kahveye döndüm. Ersoy muhabbet malzemesini hemen biçti:

“Noldu lan çabuk döndün ya?”

“Salla ya, ilk önce sizi gezdireyim.”

Arka koltuktakilere kaş göz işareti yaptıktan sonra sırıta sırıta bana baktı.

“Kaleye çek, ıslatalım.”

Anahtarı çevirdiğim gibi homurdanmaya başladı Doğan. Direksiyonu çevirirken, sanki bizi götüren o değilmiş de ona hareket etmesi için omuz veren bizmişiz gibi belli ediyordu hantallığını. Ana yola çıkınca vitesi dörde taktım, ibre yüze yaklaşıyordu. Şimdi Doğana benzemişti işte. Bu yolu bir doğanın sırtında gitseydik, bu hızı ancak bu şekilde hissedebilirdik. Yolu doğrudan göremedikleri için seyrin künhüne varamayan arkadakiler müzik istemişti ama sadece motorun, egzozun ve lastiğin sesini duymak istiyordum. Bursa yolundan dönüp sanayinin ikinci kapısından girdim. Filmli camları dibine kadar indirip kollarımızı dışarı attık. Modifiye Ekrem’in, Kaportacı Münir’in ve tekmil çırağın üstümüzde sabitlenen bakışlarına metelik vermiyorduk. Sanayinin otopark meydanında dün geceki driftten kalma lastik izleri duruyordu. Köşede 206’nın aynasını parlatan Furkan bir an elinde sarı bezle doğruldu, arabayı süzdü, “Marifetin varsa akşam gel görelim,” der gibi gözümün içine baktı meydan okuyarak.

Sanayinin arka kapısından kale harabesine sürdüm. Yıkıntılar arasında ayakta duran tek burcun dibine yanaştım. Kimse arabadan inmedi. Muhtemelen hepimiz şehri bu muhkem mahalde, Doğanın sağladığı sığınak konforu içinden seyretmek istedik. Ersoy sanruf düğmesine dokundu, ağarmış mavilik üstümüzde açıldı.

Tam o sırada arabayla beraber öne uçtuk, yüreğimizi fokurdatan bir gürültü duymuştuk.

Rıfat Abi, zilzurna, Sivikiyle arkadan çarpmıştı. Falezi andıran yükseltinin ucunda kaldı Doğan, bagajı buruşturulmuş turuncu fon kartonunu andırıyordu.

Turkuaz renk üstüne taş kaplamalı Sivikin farları çatlamıştı.