Pıt pıt, tık tık, tak tak hışt hışt sesleri yoğunlaşırken etraf daha da karanlıklaşıyordu şu günlerde. Bunun üzerine Sahibenin koltuğundan gelen gıcırtı, Sahibenin oyduğu tahtalardan gelen kıyt sesleri katlanılmaz bir hâle geldi. Ucube ev dışarıdan iki katlı tahtadan bir köşktü. İçine girildiğinde ise akıllar karışırdı. Evin içi iki kasaba büyüklüğündeydi. Giriş katı boydan boya camdan bir vitrinle kaplıydı. O vitrinin içinde ise evin ucubeliğine uyum sağlayan irili ufaklı tahtadan oyuncak bebekler vardı. Sürekli yeni oyuncak bebekler yapardı Sahibe. Bu tahtadan oyuncak bebeklere Takata derdi. Çıkardıkları sesten olsa gerekti. Bu Takatalar o kadar gerçekçilerdi ki gözleriyle takip ettiğini sanırdın. Takataların bedenlerini evden sökerek yapardı. Ev hiç eksilmezdi. Ucube evi dışarıdan saran asmalar, evden tahta söküldüğü an büyük bir gürültü ile yılanlar gibi kıvrılarak boşluğu doldururdu. Takataların dişleri ise evden yapılmazdı. Beyaz olması gerektiği için Beyaz Orman’daki lanetli ağaçtan kan karşılığı dal alırdı. Bu dalların karşılığında perilerin kanları ağaca sunulurdu.
Sahibe aksi, sessiz ve hüzünlü bir kadındı. Ansızın gölgesinin arkanda belirmesi onu daha da korkutucu kılıyordu. Konuştuğu zamanlar daha ürkütücüydü. Dökülmüş dişleri arasında parça parça olmuş diliyle tıslar gibi konuşurdu. Akmış makyajı, elektriklenmiş saçları, sivri tırnakları ile cadıları anımsatıyordu. Fakat gözleri hüzünlü, bakışları yorgundu. Başının kabullenmiş duruşunun ani çılgınlıklarla değişmesi onu daha da çirkinleştiriyordu. Tokalı ayakkabıları evin eskimiş tahtaları ile buluşurken gıcırtılı sesler çıkartırdı. Boynuna astığı anahtarlar ve oyma beyaz şeylerin çıkardığı seslerden nerede olduğu, neler yapacağı anlaşılırdı. Sahibe bu evdeki ve ormandaki her şeyin maliki mi yoksa esiri mi bilinmezdi. Bu da unutulmuş bir hikayeydi. Ucube evin vitrinindeki Takataların ilki kadar unutulmuş ve eskiydi.
Ucube evin içine hapsolduğu orman ise eşsizdi. Bu ormanda türlü türlü yaratıklar, canavarlar, mendeburlar cirit atardı. Ama bu ormanı korkunç kılan bu değildi. Ormanın beyaz oluşuydu. Sürekli yağmur yağsa bile hep kuru oluşuydu. Ağaçlarla dolu olsa dahi nefessiz ve yapraksız oluşuydu. Yapraksız bu dallar, ağaçlar birbirlerine kenetlenmiş gibi iç içe sürekli hareket ederlerdi. Bu ormana düşen yolunu bulamazdı. Beyaz ama karanlık olan bu orman hareket etse dahi ölüydü. Ormanda yaşayan çeşit çeşit periler Sahibeden korkardı. Sahibe onları yakalar kanatlarını kırardı. O kanatlardan Takatalara göz yapardı. Kanını süzdüğü perileri Ucube evin kapısına asarak kuruturdu. Ucube evi kuruyan perilerle beslerdi.
Ucube evin ucube sakinleri de vardı. Bunlar iki ayaklıların küçükleriydi. Artık, eksik, hastalıklı, istenmeyen, unutulan, sevilmeyen, pis şeylerdi. Bu küçükler eksik ya da hasta ya da fazla oldukları için terk edilirlerdi. Bazen en başında kimsesiz bazen ise başka başka sebeplerden kimsesiz kalmışlardı. Gidecekleri bir yer, yaşayacakları bir hayat yoktu. Beyaz ormanın içinde ucube bir evde bu küçüklere kapısını açan yaşlı bir cadı hakkında anlatılan masallara inanıp bunun için bu tehlikeye koşacak kadar aç ve yalnızlardı. Yemeğe, sıcağa... Bulmayı akıllarından dahi geçirmeseler de ceplerde kırıntı dahi olsa bir miktar şefkate, sevgiye muhtaçtırlar. Onlar gibi ucube olan Ucube evin, onları ucube olsalar dahi kabul etmesine muhtaçtırlar. Yok olmalarını isteyenler arasında var olmaya çalışmak ciddi bir eziyetti. Bu yüzden bu küçükler Ucube eve ulaşamayacak olsalar dahi ya da ulaştıklarında cadı onları yiyecek olsa dahi giderlerdi. Bildikleri, yapabilecekleri tek şey tutunmaktı. Neye, kime, hangi iblise olduğu fark etmezdi.
Bu küçükler Hastalıklı kasabadan ayrılarak Beyaz ormana girerlerdi. Yeterince ucube olanlar Beyaz Ormanın içindeki Ucube evi bulabilirlerdi. Macera arayan aptallar ise Beyaz Orman tarafından yutulurlardı. Küçükler iblislerin kahkahaları, perilerin pis çığlıkları arasında Beyaz ormanda dolanmaya başlarlardı. Dallar hareket eder kimi kötü ağaçlar bunlara musallat olurdu. Nere nereydi. Hangi ağaç hangisiydi. Birbirinin aynısı olan her şey sürekli yer değiştirir ağaçlar dallanır budaklanırdı. Geçilen yer geçilmemişti gidilen yere çoktan gidilmişti. Yeterince hasta olanlar korkuyu unutur, bu orman ve içindekiler kadar kötüleşerek Ucube evi bulurlardı. Pek bir seçimleri yoktu bunların. Kötünün iyisine tamah etmek gibi değildi bunların durumları. Kötü, iyi önemli değildi. Hasta olan ruhlarının kabul edileceği bir yer arıyorlardı o kadar. Severlerdi, alışır kabullenirdi iki ayaklılar. Çok düşünülmezdi. Döngü kabullenilir, herkes rolünü oynardı. Kurban da cellat da sessizce dururlardı. Cellat kurbana kurban cellata mahkumdu.
Küçükleri, Ucube evin önünde Sahibe çirkin bir gülümseyişle karşılardı. Ucube eve hoşgeldiniz küçükler yakında ev kadar ucube olmanız dileğiyle, diyerek onları içeri alırdı. Küçükleri ilk karşılaştıkları evin en ucube yanı ve sakinlerin en kalabalığı olan Takatalar karşılardı. TAKTAKTAKTAKTAK… Ucube evin Takataları dişlerini birbirlerine vurarak yenilere belki hoş geldiniz belki de kaçın diyorlardı. Kim bilir sadece bu evin ucube sakinleri bilebilir ne anlama geldiğini. İki kasaba dolusu Takataların hepsi birbirinden farklıydı. Hepsinde farklı bir perinin kanatlarından gözler vardı. Lanetli ağacın dallarından yapılma dişleri ise aynıydı. Çok çirkindi bu dişler. Diken gibi dağınıklardı. Küçükler bu korkunç karşılama karşısında bir rahatlama duyarlardı. İşte bu ucubelerin arasında kendilerine yer edinebileceklerdi. Sahibe küçük ucubeleri odalarına çıkarırdı. Onları yedirir, içirir, kendince severdi. Küçüklerin bu evin bir parçası ve tam bir ucube olabilmesi için belli dönemlerden geçmeleri gerekmekteydi.
Bu dönemler türlü çirkinlikler, talihsizlikler ve kötülüklerle doluydu. Çirkin periler, iblisler, cinler bu eve gelir, alacaklarını alırlardı. Sahibe unuturdu. Gelenlerin adlarını, cinslerini. Küçüklerin dişleri için gelen diş perisi kralı yardımcısı karabasanla gelirdi. Karabasan küçüklere çökerek onları uyuştururdu. Beyaz ormanın tüm çığlıkları sessizce küçüklerin rüyalarına dolardı. Onlar kabustan kabusa kötü ruhlarla dolarken diş perisi kralı onların dişlerini alırdı. Karşılığında ise altından olan tozlarını dökerdi. Küçükler ise yeni dişlerini beklemeye koyulurdu. Zaman geçer senenin tek yağmursuz zamanında iblisler gelirdi. Bu iblisler küçüklerin akıllarını karıştırır, aralarına kendilerindenmiş gibi karışarak onların kahkahalarını ve zamanlarını çalarlardı. Onları daha da eksikleştirerek tamamlardı.
Yağmurların tekrar başlamasıyla iblisler çoktan Beyaz ormana dönmüş olurlardı. Yeniden yağmurların başlaması için çok güçlü yeller gerekirdi. Cinler, yel büyücüsü görmeden bu güçlü yellere binerek Beyaz ormana gelirlerdi. Güçlü yellerle birlikte şimşek cinlerinin gelmesiyle fırtına başlardı. Fırtına, cinlerin kesik çığlıkları ve kırkırdamalarıyla doluydu. Şimşeklerin ışıklarında kesik kesik görülüyorlardı. Yellere binenler hızla yanından geçerken dokunarak ürpetiyorlardı. Cinlerin oyun dolu bu fırtınası küçüklerin tam ucube olmaları için yapılacak ayinin başlangıcıydı. Cinler oynuyor, küçükler uykuya dalıyordu. Sahibe yeni yaptığı tahta oyuncakları küçüklerin başucuna koymuştu. Yel cinleri küçüklerin bedenlerini çalarken şimşek cinleri ortada kalmış ruhları tahta oyuncaklara yerleştiriyordu. Tahta oyuncak bebekler Takatalara dönüşüyordu. Küçüklerin ruhları tahtadan bebeklerde kendilerine yer bulmuşlardı. Artık aç, yalnız kalmayacaklardı. Soğuk nedir bilmeyeceklerdi. En önemlisi atılmayacak ve yalnız kalmayacaklardı. Fırtına bitip cinler bedenlerle Ucube evi terk ettikten sonra Sahibe tam ucube olmuşları vitrinde unutulmuş bir köşeye diğer Takataların yanına yerleştirdi. Ucubeler yerlerini bulmuşlardı. Sahibe rolünü oynamıştı. Cadı cadı olarak kalmış, ucube ucube olarak. Değişen, üzülen, yas tutan, sevinen, hatırlayan, düşünen olmamıştı.