Olmak

Hacer Çiftçi

İNSAN ZAMANIN DA HAKKINI VERMELİ

Uzun bir süredir zaman deyince aklıma gelen ilk kelime “ölüm”. Sanki zaman anıları, acıları, doğumları ve ölüme giden yolu barındırmıyormuş gibi sadece ölümü çağrıştırmaya başladı bende. Galiba insan 30 yaş eşiğinde biraz olgunlaşıyor, 35 yaş eşiğini geçince ise yolun yarısında olduğunu kabulleniyor. 2 hafta sonra babamın 5 çocuğu ile dul bir adam olarak ortada kalıverdiği yaşta olacağım. (Annem babamdan bir kaç yaş büyüktü, sünnet derdi babam.) Şimdi 20. yılını devirmiş bir ölüm benim için zaman. 20 yıl, yani annemle geçirdiğimiz zamandan daha fazlasını onsuz geçirmişiz. Hepimiz büyümüş, kimimiz yaşlanmış; yüzlerimiz, bakışlarımız, gülüşlerimiz değişmiş; dudak kenarlarımıza ince çizgiler gelip yerleşmiş. Zaman, bizde bir özlemin büyümesi gibi… Ne kadar mutlu olursak olalım, yeni gelen her mutluluğu geçmiştekilerle karşılaştırıp azımsama, eskiye duyulan özlemin, eski eskidikçe artması…

İnsan galiba zamanla sürekli bir savaş içinde. Geçip gitmesinden muzdarip, geçmişe yolculuk yapamıyor olmaktan şikâyetçi ve zamanı durdurmaya gücü yetmiyor olmasından mutsuz. Kimi zaman geçip gitmesi için can attığı olsa ya da yavaş ilerliyor gibi görünmesinden şikayetçi olsa da zamanın bu göreceli kandırmacası genelde kısa sürer. Birçok kişi zamanı bir anda, bir yerde, bir gülümsemede ya da bir felaketin hemen öncesinde durdurmanın derdinde. Buna gücü yetmediği için de hep bir kavga içinde. Kavganın kiminle olduğunu, neye karşı savaş içinde olduğunu bilmeden dövüşüp duruyor sanki. Her sabah bir hengâmenin içine atılıp her gece, dinlenmiş bir şekilde çıktığı yatağa yorgun argın atıyor kendini, büyümüş her insan. Bu yorgunluk işte zaman. Sabahtan akşama insanı insanlığından çıkaran, sabah durduramadığı, akşamı olduramadığı, kendi akışından başkasını umursamayan o mefhuma zaman demiş insan.

HAK

İnsanın insandaki, doğuştan getirdiği ya da toplumsal algılarla isim veya hal değiştirerek yüklendiği borcuna hak diyoruz. Hukuki tanımını kenara bırakırsak, toplumun bize yüklediği her sorumluluk aynı zamanda başkasının / başkalarının bizim üzerimizdeki hakkı oluyor galiba. İnsanlar arasındaki hak arayışı, hak yiyişi, hak tanımı bitmeyecek gibi duruyor. Ben kendimi bildim bileli herkes birbirinden hakkını ister. Hak sanki, verilmeyen bir şey olmaktan öteye gidemeyen, sürekli çekiştirilen bir kavram bende. Sanırım şimdinin çocuklarından birine hak nedir diye sorulsa, direkt hayvan haklarından ya da kadın haklarından bahsedecek gibi de geliyor. Hele ki bu çocuk biraz sosyal medyada vakit geçiriyor, ailesi haberleri izlerken yanlarında bulunuyorsa, bu neredeyse kesin. Galiba zamanla kavramların yüklendiği anlamlardan bazıları, bazı dönemlerde bir adım ön plana çıkabiliyor. O zaman şimdinin çocuğuna anlatayım hak nedir:

Hak, masana koyduğun bir çiçeğe solmaması için su vermek zorunda olmandır. Çiçeğe olan su borcundur. Bitmez. Çiçeğe sevgi dolu bir bakışın, sabahları günaydın deyişin, zamanı geldiğinde saksısını değiştirmek zorunda oluşundur. Masana bir çiçek aldığın andan itibaren, çiçeğin sende hakkı, senin çiçeğe karşı bir sorumluluğun vardır. Akvaryumdaki balığın yemi, kafesteki kuşun suyu onların senin üzerindeki haklarıdır. Komşuna göstermek zorunda olduğun güler yüz, yanından geçerken vereceğin selam komşunun sendeki hakkıdır. Pikniğe gittiğinde yere atmadığın çöp toprağın, suladığın ağaç dünyanın senden alacağıdır. İnsana, hayvana, bitkiye zulmetmemen, zulmedene dur demen, dur diyemediğinde buğz etmen dünya üzerinde nefes alan ne kadar canlı varsa senin üzerindeki hakkıdır. Bunların kişisel tercih olduğunu düşünen ise mutlaka ama mutlaka ziyandadır.

İNSAN OLMAK

Dünyaya insan olarak gelmiş olmak, insan olmayı garanti ediyor mu? Haddini aşan ya da haddini bulmayan her durum ve davranış insanın kendine attığı bir çentik, bir eksilme, bir zarar değil mi? Başka bir insana bilerek, isteyerek, kasten verilen her zarar insanın insanlığından neler götürüyor. Buna rağmen kötülüğü kendine kale yapmış insanların bunun idrakinde olmaması ne acı! Sanırım bu zamanın en büyük yanılgısı, insanoğlunun bencilliği. Mutluluğu sadece kendine hak görmesi, başkasını layık gördüğü her şeyin kendisinden bir basamak aşağıda kalması. Buradaki başkasının, kim olduğu hiç önemli değil. Eş, kardeş, evlat, ana baba ya da yedi kat yabancı hiç önemli değil. Mutlu olması gereken yegâne varlık insanın kendisi. Bu bencil düşünce içinde insanın olmak kavramına yaklaşması ne mümkün? İnsanın görünür olmak, sevilir olmak, tercih edilir olmak, alkış almak gibi olmak kavramının dışından kalan her türlü olmaklığı amaç edinmesi, bir sonraki nesil için bile bizleri tedirgin etmeli. Olmanın/ olmak yolunda olmanın olgunluğuna dolayısıyla zevkine varamayan her insan bizde biraz korku uyandırmalı. Haddini, sınırını bilmeyen, durması gereken yerde koşmaya başlayan, hırsına ihtirasına yenik düşmüş, kininin, öfkesinin, merakının pençesinde kıvranan zavallılara acımakla beraber, onları düşmüşlerden sayıp ellerinden tutmak, tutup kaldırmak için gayret içinde olmak onlara karşı sorumluluğumuz olmalı. Dolayısıyla her ne kadar onlar buna talepkâr olmasa da bunu onların üzerimizdeki hakkı saymalı ve kendi oluşumuzda da bir vesile kılmalıyız. Olmak, ömür bitene kadar tamamlanamayacak bir yarımlık esasında. Fakat olmak yolunda olmak, insan olmayı başarmakla eş. İnsan olmak, kendisiyle beraber, bir başkasının da eksiğini tamamlamak, başkasının da derdini taşıyor olmak, kısacası kendiyle alakalı olmayan bir derdin sahibi olmak demek olmalı. İnsanın insana, hayvanata, nebatata olan hakkını, hakkınca vermiş olması; zamanı “insan gibi” kullanması insan olmanın yegane kriteri olmalı.