Bir ki Üç Deneme

Fatma Ünsal

Bab Bir. Dilde Hafif, Mizanda Ağır: Hak

Kef ile yazıldığı vakit, Farisîde toprak anlamına geliyor. Şöyle: خاك. Akıllara ilk gelen anlamıyla bu anlamı arasında bağlantı kurmaya kalktığınızda, o bağlantının kurulamadığına en birinci itiraz makamı beyniniz oluyor. İnanmayan denesin.

Yine aynı yazımla dünya anlamına da geliyor. Burada bir gülme molası. Hak ile dünya arasında bağlantı mı? Şimdiki köylere değil ama epey eski köylere misafirliğe gidip kola sormak gibi: Kolanız vardır evde inşallah. -Af buyur?

Taşa, madene veya tahta üstüne yazı veya bir şekil oyma anlamını da haiz. Bu durak güzel. Burada oyalanmak şahsi ve muhterem. Demek yazı veya bir şekil oymak ha. Demek taşa yazı yazmak. Buradaki kasıt belli ama şu da olur mu acaba? Etkisinden vazgeçilmiş söz sarf etmek. Yani bile bile lades. Kişi taştan bile tepkisiz ama zavallım uğraşıyor ki sesini duyurabilsin. Taşa haksızlık ettik. İnsan işte, birini yüceltirken diğerini yere çalmayı âdet edinir.

Hani elinde uzunca yazıyla kürsüye çıkanlardan, daha sahneye çıkarken bile içiniz sıkılır. Neticeye gelemeyeceğini müjdeler bir duruşu vardır onun. Korkmayın, onlardan değilim. Neticeye geldim. Hak. Bizim dergâhtan içeri eğri odun bile giremez, hâli. İnsandaki en kaliteli maya. Her şeyi tutturmakta kullanılabilir bu yüzden. Hakka riayet ettiği bilinen kişiyle yolculuk edilebilir misal. Çay da içilebilir. -Ne alaka ya çay içmek? Niye? Çay içmeye ayırdığımız zaman çok mu kıymetsiz? Düşünün, kimi böylesi vakitleri bulup çöpe atmayı hiç mi geçirmediniz aklınızdan? Alın size çay içmeye verilen zamanın hakkı.

Sınırlara saygı duymak. Dünyada tek olmadığının farkında olmak. Kastedilen, kalabalık bir güruhla mahşere yürüdüğün. Yedi köyün ağası gibi yolu sana ayırmışlar da buyur beyim, demiyorlar. Bunun farkında olmak. Yoldaşlarının omuzlarını safları sıklaştırmak harici aşındırmaman. Hadi buna halayı da ekleyelim.

Pay. Taş hakkı duydunuz mu hiç? Fırınlarda ekmek yapıldıktan sonra fırına taş hakkı olarak ekmek bırakılır. İnceliğe bakın. Taşa da hakkını ver. Yolda rastladığın konu komşuya, çocuğa da ekmeğinden böl ver. Eksilmez ya. Buna da göz hakkı derler.

Eski yazarlardan biri, bitmiş kurşun kalemlerini atmazmış. Onları bir yerde muhafaza edermiş. Japon geleneklerinden biri de eskiyen eşyalarla vedalaşmaktır. Bunların hepsi bana vefayı, dahası eşyanın bile hakkını gözetmeyi anlatıyor. Bile fazla oldu.

Önemsemenin şubelerinden biri. İspatı daha doğrusu. Çünkü insanoğlu çoğu şeyde ispat ister. Ki aklı tatmin olsun, böylece gönlü yumuşasın. Haklarımı önemsemeyenin sevgisine inanabilir miyim?

Bab İki. Cüssesi Yazımından Büyükçedir. Ünleyelim: Zaman

Her zaman geçiyor diyorlar. Bilinen en eski öykü hangisi? İlerlediği iddiasında bulunanlar hayli fazla. Baksanıza, kösteklisi dijitali efendime söyleyeyim değişik çeşitte takvimi. Bir sürü icat sıralamışlar bunu ispat için. Niye ki? Ne olacak ispatlanınca? Yenilmez içilmez de hem. İkinci cümlede kaldınız, hadi itiraf edin. Aklınızda dolanıp duruyor. Eh, geçiyor mu yani bazı anlar, emin miyiz?

Kimi kırk dakikalar kimi kırk dakikalara eşit değildir. Kimi bir dakikalar da kimi bir dakikalara. Beş dakikaların hepsi bir değildir misal. Matematikçiler bunu açıklasın. Ya da açıklamasın. Şimdi açıklarlar, mahcup oluruz. Yazının hükümdarı olarak kalalım ne olur yani?

Beyaz bir boyadır zaman. Kalıcı. Aynada göz göze gelinir. Somuttur dahası. O tele şöyle bir tutulup bakılır önce, başka var mı diye araştırılır. Yoksa geçici bir oh çekilir. Gülme sesini duydunuz mu? Eğer izin varsa Allah’tan, tamamını boyamadan fırçasını çekmeyen inatçı bir ressamdır. Saç boyalarıysa bükemediğin bileği öpmenin bir şeklidir. -Tamam abi, sensin. Ama izin ver de senin izlerini az sileyim. Zaten sonra kimin yenileceği belli: Saç boyalarının içindekiler. Bilmem ne boyaları! Zamana meydan okuyun. Okuyun da gününüzü görün.

Geçtiği yerde çiçekleri ve insanları solduran deli bir taydır zaman. Bunu bir öykümden aşırdım. Kement atmaya kalkanı arkasında sürükleyen. Ki geride en son lime lime bir ruh kalır. (Eğer) seni uçurmazsa yandın kuşları da uçuran.

Aynaların yalancılığını haykıran bir cazgırdır. Aynalar yalancıdır. Ve fotoğraflar. Zaman, Allah’ın bir memurudur ki görevi icabı kimi şeylerin gerçek yüzünü ortaya çıkarır. Aynalar bunlardan biridir. Boşuna sorup durmuyor o cadı kraliçe, benden daha güzeli var mı diye. Var.

Zaman, içeriği faş olmamış bir kimyadır. En azılı yaralara üflerken yakar başta. Sonra? Sonra da yakar. Zaman, kimyası gereği iyileştirse de, hapsolduğu yerde o yara anını hep sabit bırakır. Kişi de bunu iyileşmek sanır.

Zaman bir izdir. Mesela çarşı ortasında kışın küt diye düşersiniz. Düşen daha kalkmaya yeltenmeden gülmeli. Kural bir. Gülersiniz ve kalkarsınız. Yıllar sonra aynı yerden geçtiğinizde hâlâ orada oturuyor ve gülüyor olduğunuzu görürsünüz. İzdir, biraz daha ötesidir. Bal mumundan hayalî heykeller yapma ustasıdır. Heykeli yapar ve bir başkasına koşar. Zaman, ömrümüzde bir sürü hayalî mumdan heykeller bırakan müzmin bir heykeltıraştır.

İşinin ustası bir öğretmendir. Göreve ilk başlayan öğretmen şöyle davranır:... Vazgeçtim, açıklamıyorum. Ama zaman acemilik yaşamamış, ezelden talimli bir öğretmendir. Usta öğreticidir. Eh yaşı epey var, o kadar olsun. Gelimli gidimli bir sürü öğrenci düşünün. Her biri ayrı hava. Kimisi zengin olmak diler, kimisi kral olmak. Kimisi vezir kalmak. Kimisi yazar olmak diler. Kimisi evladı doktor olsa ister, evlatsa yutubırların piri olmak diler. Kimisi ağzına kadar eşya dolu bir evde elinde kısır tabağı, akşama kadar aksırıncaya tıksırıncaya kadar yerken yerinden kalkmasa diler. Kimisi de işine gelip gitse, sağlığı yerinde olsa, sevdikleriyle hoş, sütliman bir ömür yaşasa ve sonra da geçip gitse diler. Yok öyle yağma. Zaman denilen öğretmen, bunların her birine derslerini iyice belletir. Çaktırmadan. İşaret parmağını sallamadan. Sessiz olunması gereken bir ortamda hunharca gülenlere şunu demez mesela: Ne gülüyorsunuz? Gülünecek bir şey varsa söyleyin de birlikte gülelim! Bilakis, onlarla güler. Sessizce. Hem güler hem yapacağını yapar. Kopya çekenlere izin verir. Hemen kırmızı kalemi kapıp kocaman bir K yazmaz kâğıda. Kişi sonradan tıpış tıpış itiraf eder kopya çektiğini. Onun dersinde kopyaya yer yoktur. Külyutmazdır.

İçinden geçtiği yerlerin rengine bürünen bir bukalemundur. Hastane penceresinden bakarsanız, onu yılan gibi sürünürken görürsünüz. Bir panayırda efendime söyleyeyim bir dönme dolapta, kamikazede, türlü çeşitli adrenalin salgılayan tepetaklak yapmak mahiri eğlence aracının içinden bakınca da çita olur çıkıverir. Ya da sevdiğiniz bir manzaranın dibindeyken, ona kim yetişebilir?

Kırıntısını bile satın alamaz insan denen varlık. Alsaydı, gözü dönmüş gibi çalışmazdı sınavlara. Satın alınamadığı için yarışmalar doğdu. Atletizmin bir anlamı oldu. O en sondaki rakam.

Bir sonraki kavram, zamandan bağımsız değil. Değirmendir zaman. Öğütür. Öğüttüğü ve önüne kattığı her şeyle mahşere sürüklenir.

Bab Üç. Tüm Düğümlerin Daha da Düğüm Olduğu Yer. Ünleyelim: İnsan Olmak

Başlangıçlara âşık olmak. Bakınız: 1 Ocak. Senelik hedef modası da çıktığından beri kendisini bu tarihe ayarlamak demek insan olmak. Bir günü kendisine yoldaş edecek olsaydı, bu tarih onun için biçilmiş kaftandı.

Saçmayı etinden çıkaramamak. Ne ola bu saçma? Artık hayat denen süreğenden payımıza ne düştüyse. Bu bir düş de olur görülmekle kalınmış, bu bir özlem de olur çekilmekle kalınmış. Saçma işte. Saplanır ve kalır. İnsan olmak, yeltenmemektir bu saçmayı çıkarmaya.

Kendi hikâyesi kendisiyle başlamamak demek. Yani ki insan olmak, daha başlangıcında bile azade olmamak demek. Çalımlı yürüyüşüne aldanmamak lazım. Bir çalımında bin kusuru yedeğinde yürütmek demek bir taraftan da. Prangalarının şakırtılarından sağır olmak demek.

Hayal edip durmak demek, kendini başka başka hâllerde, durumlarda, yerlerde konumlandırmak. İllaki bulunduğu anı beğenmemek demek. Birisi şöyle demişti: Biliyorum ki olmak istediğim ben ve şu anki ben bir yerde oturup sohbet etseler, o sohbet sonunda ağız burun kırmalı kavgaya döner. Ne acayip.

Karadayken denizin, denizdeyken karanın. Varlıkta yokluğun, yoklukta varlığın. Gençken yaşlılığın, yaşlıyken gençliğin. Baharda kışın, kışta baharın. Özlemini çekip durmak. Neyin özlemini çektiğini tam kestirememek ama. Tam kestirmiş gibiyken kafası karışmak. O an önüne gelenin peşine takılıp giden olmak demek.

İnkisarlarını sırtına Anadolu kadınlarının bebeklerini sarmaları gibi sarıp dolaşmak demek insan olmak. Bazen kamburu çıkmış, önüne bakarak yürüyen insanlar görürüz. Başı yerde ama gökte bir şey arıyor gibi. Böylesi insanlar bana niyeyse daha gam yüklü gelirler. Eyvah, sözelciliğim tuttu. Hoş, bu sayfaya da bunu bilerek geldiniz.

Hayalî okların sağanağında yürümek demek insan olmak. Peki neresinden vurulacak? Şair bir okun ancak kuşun kalbine değeceğini söylüyor. Biz de ona uyalım, meselemiz kuş olmasa da. Belki en başta kalbinden. Çünkü yine başka bir şair, kalbin yara olduğunu söylüyor. Eh, herkesçe de bilinir ki yaralar hassasiyette birincidirler. İnsan olmak hassasiyetlerinden vurulmak demek demek ki.

Merhamete daim muhtaç olmak demek. Merhamet. Kelimenin tınısı bile ne güzel. Kendisine ihtiyaç duyulmaz mı hiç? Arapça رحم kökünden türeme. Yanından geçtiği börtü böceğe, ağaca, dahası dağlara bakarken hayret etmek, hayret ettikçe ufalmak ufalmak ufalmak. Sessizce duran diğer yaratılmışlara kalbinin merhametle gönenmesi. Güzeli arayıp bulmak. Bu da yine kendine merhametten. Kurumuş yapraktan güzellik neden devşirilsin yoksa? “Güzel yine de güzel solarken bile/ Çünkü her soluş merhamet uyandırıyor/ Çünkü merhametti ona önceden rengi veren de.” Tarihler devrilip dursa da üstüne, kimi hisleri miras almak demek. Liriklik gibi. Genç Wertherler ölmüyor dostlarım.

Muttasıl aramak demek insan olmak. Neyi? Aramayı. Yolda olmayı. Demek ki insan olmak, duraksızca yürümek demek aynı zamanda. Durak olsaydı insan ömründe, yaşayabilir miydi? Yürüyebilir miydi? Merak eder miydi ömrünün geri kalanını? Anladımsa şu yaşıma kadar şunu anladım: İnsan bulunduğu her duruma adapte olmalarda suyu geçer. Eğer duraklar olsaydı, bunlardan birini pekâlâ yurdu beller, daha da devam etmezdi yola.

Sinema salonlarını hıncahınç doldurmak demek senaryo izlemek hevesiyle. Kendisinin başrol olduğu bir filmden bir anlığına kaçıp. Ya da kaçamayıp. Kaçar gibi yapıp. Gerçeğe ilenmek ama gerçeğin taklidine methiyeler düzmek. Kafasının içindeki seslerle yetinmeyip müzikler icat etmek. Kanlı canlı manzaraları da aşıp resimler çiziktirmek. Ömrünün kurgusu yetmiyor gibi yeni kurguların avcısı olmak.

Hükmetmek ve itaat etmek arasında çalkalanmak. Bu ikisi arasında koştururken her sokak başında illaki kendine çarpmak, insan olmak. Çarpa çarpa ilerlemek. Nereye? Oraya.