İçimdeki Kahvehaneden Sesler

Fatma Dursun

HAK

Var olan her şeyin hakkı vardır. Kullandığınız kalemin, içtiğiniz suyun, denizdeki algden çalarak soluduğunuz havanın. Hak amaçtır. Hak oluşunuzdur. Bastığınız toprağa yavaş basın ki incinmesin. Kapıyı yavaş örtün ki incinmesin. Camınızın önünde öten kuşu her sabah selamlayın ki onun varlığına kıymet verdiğinizi, onun bu dünyadaki yaşama hakkını hatırladığınızı bilsin. Sizden sonrası da var. Beniniz dışındakiler de var. Görebildiklerinizin dışındakilerin de sizde hakkı var. Kelebek etkisi gibi düşünülebilir. Yapılan her şey alınan her nefes birbirini tetikler. İnsan ya da kendine öyle diyen iki ayaklı mahluk hakkın ne olduğunu yüzyıllar önce unutmuş olsa gerek. Hak şudur hak budur diye çok anlatasım var. Fakat fark etmez. Kendimizce hak terazilerimiz var. Kimininki pazardaki amcanın terazisinden daha bozuk. Hak sizsiniz, hak biziz. En ufak şey dâhi neleri tetikleyebiliyorken nasıl bu kadar vicdansızca hak yeniliyor? Nasıl yenilen hakka göz yumuluyor? Nasıl uyunabiliyor? Nasıl utanmıyorlar? Hak yiyen âcizlerin çok bahanesi var. Sistem böyle, herkes yapıyor… Herkes sadece bir ayaktakımı. Ayaktakımının en gür seslileri kaybeden edebiyatını muhteşem bir ustalıkla anlatıyor. Gerisi de buna hak veriyor. Evet hak yiyen, hak ezen, hak da verebiliyor. Ne kadar utanç verici bir durum. Hak verilir mi? Verilmez. Hak zaten onundur. Zaten vardır. Ne hakla hak veriyorlar? Sana ait olanı sana lütuf etmeleri ne acı. Senin olanı sana layık görmeleri ne hadlerine? Dünyada tek bir kelime olmalıydı o da hak. Tüm kelimeler, diller unutulmalı geriye sadece hak kelimesi kalmalı. Belki o zaman iki ayaklı mahlukat, insanlık denilen ipek kılıfını giyer rolünü oynar. Hiç mi düşünmezler? Hakkı sadece Hak olan verebilir. Yaradanın affetmediği tek günah hak değil mi? Cehennemdeki zebaniden korkan asalak, Yaradanın seni affetmemesinden korkmaz mısın? Bu kadardan bir şey olmaz diye kendini avutur hak yiyen oysa gözle göremediğimiz kanser nasıl da tüm vücudumuza ufacıkken yayılıp yok ediyor. Yenilen o ufacık hak ruhunuzu, kalbinizi öyle yiyor. Hakkı bilmeyen insan olamaz. Hakka uymayan âciz, onursuz sürüsü sistemi suçlayadursun tüm inadımla ayaktakımına karşı hırsla hakkı savunacağım. Hak benim için aldığım nefes, taşıdığım kalp, düşündüğüm akıl, var olduğum ruh.

ZAMAN

Zaman insanın yönetemediği tanrı kompleksine giremediği tek olgu. Yaradanın sıfatlarından bir parça taşıyan insan ona yaklaşırken sınırları aşar. Yaradan zamandan üstünse insanın zamanı kontrol edebilme ihtimali de mevcuttur. Zaman yolculuklarının gerçekleşebileceğine inanıyorum. Zamana bakışınızı düşündünüz mü hiç? Zamana, tarihe iki türlü yaklaşım mevcuttur. Döngüsel zaman ve Çizgisel zaman. Döngüselde tekrar mevcuttur. Sonsuzluk vardır. Antik inançlarda kuyruğunu yiyen yılan ile temsil edilir. Ne sonu ne de başı bellidir. Sonsuza kadar tekrar mevcuttur. Bu zaman anlayışı ilahi dinlerden önce insanlık da mevcut olan anlayıştır. İnsan doğar, yaşar ve ölür. Ölünce beklemez hesabı görülür. Ra, Hades, ya da köprüsünü geçip ya sonraki hayatına geçer ya da cehennem cennetine varır. Öldüğü an görülür hesap. İlahi dinlerle birlikte bu durum değişmiş. Bir başlangıç ve son belirlenmiş. Yaratılan dünyanın zamanı belirlenmiştir. Bir sona yani kıyamete ilerlemektedir. Zamanı belirlenmiş olan yani ölen dünya algısıyla insanlığa ilahi dinlerle birlikte görev algısı yüklenmiştir. İlahi dinlerde insanlar öldükten sonra hesap için son kıyameti beklerler. Zamanın dolmasını. Dünyanın, insanlığın ölmesini bekler. Ölenler, henüz yaşamakta olanlar. İlahi dinlerle giren bu çizgisel zaman anlayışı ile birlikte tekamülcü yani ilerlemeci bir bakış açısı da işin içine girer. Bir sonraki her zaman daha iyi olacak anlayışı, sürekli dahasına ilerlediğimiz yanılgısı. Antik Yunan’ın yönetim sistemini taklit ediyoruz. Hem de olabilecek en kötü halde. Yüzyıllar öncesi mimariye bakın bir de şimdikine demek ki sonra gelen her zaman daha iyi olmuyor. Her nesil kendini ilk sanıyor oysa birbirinin taklidi olduğunun farkında değil en yeni modern. Çizgisel zaman anlayışındaki bu ilerleme algısıyla birlikte tekrarlama yani neden sonuç bağlamı ortadan kalkıyor. Bu da ders çıkarma mantığını devre dışı bırakmasıyla Tarih yazımında ve zaman algısında sorunlar çıkarıyor. Burada İbn Haldun devreye girer. Onun yorumlarıyla ve İslami zaman, Tarih anlayışı ile çizgisel düzlemde başlangıcı sonu belli olan amaçlı algının içine döngüselliği de katarak olayların birbiri ile bağlantısını oluşturur. Başka bir zaman anlayışında ise geçmiş yok çünkü olmuş bitmiş, gelecek yok çünkü henüz olmamış sadece şu an olmakta olan var. Bu düşünceyi açıklayacak olursak zaman tektir. Öncesi ve sonrası olan parçalı bir yapı değildir. Bu düşüncelerin hepsine katılmakla birlikte benim inancıma göre zaman tektir. Yani şu an doğuyoruz, ölüyoruz, yaşıyoruz. Ömrü çizgi yerine nokta olarak görüyorum. Zamanı ve Tarihi de. Olmuş, olan ve olacak her şey şu an aynı anda gerçekleşmekte. Bundan dolayı zamanda sıçramaların olabileceğine inanmaktayım. Zamanda yolculuklar mevcut olsa dahi kaderin zamanı paradokslarla aynı düzene koyacağını düşünmekteyim. O yüzden gözünüz aydın olsun doğdum, başınız sağ olsun öldüm.

İNSAN

İnsan denilen nedir tam bir cevabım yok. Nefret etmekle birlikte çok sevmekteyim. Yine de tüm insanlık yok olsun isterim. İnsan olduğumu yıllardır reddederim. İnsan olduğumu hiç hissetmedim. Hissetmediğim şeyi anlayabilmem de pek mümkün değil. İnsanlar hep yabancı geldi. Nasıl hissetmeliyim? Nasıl tepki vermeliyim? Yüz ifadem doğru mu? Ağlamalı mıyım? Gülmeli miyim? Nasıl davranmalıyım? Bugün hangi maskeyi takmalıyım? Yeterince duyarlı olsam insan olabilir miyim? Rol yaptığım fark edilir mi? Yeterince gerçek miyim? Gerçekten ne hissediyorum? İnsan denilen varlığın tek bir tanımı varsa ve ben bu tanımın içinde değilsem insan değil miyim? Son soruyla hükmüme başlayayım. Birçok hüküm vardır bu konuda. Benim hükümlerim en temelleri galiba. İncitmeyin, hak yemeyin, yalan söylemeyin. Yargılamayın anlamaya çalışın. Yine de insan olmak istemiyorum. Kar tanesi olmak daha güzel. Kimseye zararı yok. Diğer kar tanelerine değmez, haklarını yemez. Kendine özgü, eşsiz. Fayda için var. Süslü laflarla üstün olduğunu iddia etmiyor. Varoluş amacıyla döngüsünü devam ettiriyor. Toprağa değerse hayat veriyor. Dönüşüyor ama böbürlenmiyor. Sadece fayda sağlıyor. Varlığını gerçekleştiriyor. Ağaçlar da öyle. Diğer ağaçlara değip onların ışık hakkını çalmıyor. Biz insanları bu kadar kötü yapan ne? Galiba cevabı düşünmüyor oluşumuz. Düşünsek belki değişir bazı şeyler diyeceğim ama sanmıyorum. Ne kadar ideal insan modelleri koysak da mevcut olan asla o ideallere ulaşmayacak. Her nesil sıfırdan başlayacak. Kendini daha iyisine, ideale yakın sansa da hep sıfırdan ilkel ve barbar başlayacak. Yabancı olan bu barbar bir öncekine ve sonrakine yabancı kalacak. Kendini gerçekleştirme adıyla bir öncekini yeni kılıklarla taklit edecek. İçleri gittikçe boşlaşan bu yeni nesillerden daha da yüksek sesler çıkacak. Bana göre insan sadece düşünsün, ya da çalışsın belki de fayda sağlasın bilmiyorum naparsa yapsın insanlık. Benim onlardan beklentim yok. İnsan değilim. Onları anlama niyetinde de değilim. Ben nasıl olayım? Paşa keyfim nasıl isterse. Olmasam daha iyi aslında. Ama ideallerden çok sıkıldım artık. Amaçlardan, rol modellerden, o muazzam görevlerden… İdealler uğruna -ki bu idealler kendilerine bile ait değil- erdemlerin yok sayıldığı bu insanlık zırvalarının arasındaki bu düşüncesiz ve ruhsuz kahramanlar beni oldukça rahatsız ediyor. Daha birey olmayı başaramamış olan bu iki ayaklılar daha üstünü, insanlık mefhumunu yüce ideallerle çevreliyorlar. Bu da ziyadesiyle komik kaçıyor. O yüzden çok yüce olduğuna inanan insan önce ayağını toprağa bas, sonra düşün, sonra yaşa hele bakarsın akıllanmışsın o zaman uçarsın belki göğün ötesinde yüzbinlerce yıl önce unutulmuş idea olan insanlığı görürsün.

İnsan nedir? Dünyaya ruhu ile ulaşan hastalıklar yığınıdır… Friedrich Nietzsche