Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.
Köy halkı aylarını adamı beklemekle geçirmişti. Öyle ki; gebe kalan kadınlar bebelerini doğurmuş, babalar kızlarını gelin etmişti. Köyün mezarlığı her geçen gün genişledikçe genişlemişti. Köyün çocukları başta meraklı meraklı göğe bakıp heyecanlamış, adamın ne zaman aşağı düşeceğine dair kendi aralarında iddialara girmişti. Zaman; sabrı da onlardan almış geriye üç beş meraklı kalmıştı. Onların da sakalına ak düşmüştü. Anlayacağınız adam yere inmişti inmesine ama çevresinde hikayesine kulak kesilen sadece bir avuç insan bulmuştu.
“O gün uçağa binmeye hazırlanırken hayatımın en uzun yolculuğu olacağını bilmiyordum. Bilseydim yanıma daha fazla yiyecek alırdım. Belki de paraşüt, kim bilir? Başta her şey normaldi. Yolcular sıra sıra uçağa bindi. Kemerler bağlandı. Son kontroller yapıldı. Pilotun iyi yolculuklar temennisinden sonra uçak havalandı. Çok değil yarım saat bilemedin kırk dakika sonra uçak sallanmaya başladı. Kabin görevlileri birden koridorlarda belirdi. Sarsıntı arttıkça insanlar panik oldu pilot uyarı üzerine uyarı yaptı. Büyük bir gürültü duydum. Sonrasını hatırlamıyorum. Gözümü açtığımda gökte süzülüyordum. Önce rüya sandım. Bulutlara dokunmaya çalıştım. Gözlerimi ovuşturdum. Hayır yaşadıklarım rüya değildi. Sağ elimi iki kaşımın üzerine siper edip Süpermen gibi etrafı izledim. Pamuk şekere benzeyen bulutlardan başka bir şey yoktu.
Filmlerde anlatılanlar gerçek mi oluyordu yoksa? Gerçek olan tek şey; bilim kurgu filmlerini aratmayacak kadar sahici bir senaryonun içerisinde olduğumdu. Bu fikir rüyada olabileceğim ihtimalini tekrar aklıma düşürdü. Sağ kolumu ısırdım. Hayır değişen bir şey yoktu. O an kolumdaki saatime baktım. Saat uçağın kalkış saatinden yarım saat sonrasını gösteriyordu. Kaza anında durmuştu yani. Peki şimdi ne yapacaktım? Kaç dakikadır gökte süzülüyorum bilmiyordum. Görebildiğim tek şey bembeyaz bulutlardı. Birden aklıma bu uçağa neden bindiğim geldi. Toplantıya gidecektim evet evet. İş görüşmem vardı. Ben aslında, nasıl denir, şey salyangoz toplayıcısıyım. Bir şirketim var. Salyangozları topluyoruz ve kozmetik firmalarına satıyoruz. Kremler, serumlar falan yapıyorlar işte. Bakmayın bana öyle! İğrendiğinizi biliyorum. İnanın bana cilde çok iyi geliyor. Geliyormuş yani, ben de onların yalancısıyım. Anlayacağınız ben sadece toplayıcıyım kullanıcı değil. Benim hanım kullanıyor kremlerden. Yumuşacık yapıyormuş ellerini. Ah karıcığım! Çok ağlamış mıdır arkamdan? Gazeteye kayıp ilanı mı vermiştir yoksa taziye mi? Bütün senaryoları düşünecek kadar zamanım vardı yukarıda.
İlk hissettiğim; sert bir zemine çarpmış olduğumdu. O an gözlerimi açtım işte. Bir beton yığının üzerinde olacağımı beklerken, bulutların üzerindeydim. Vücuduma bir şey olmamıştı sağlıklıydım. Uçmanın daha doğrusu düşmenin keyfini çıkartmalıyım diye düşündüm. Kollarımı iki yana açtım ve avazım çıktığı kadar bağırdım. Başlarda hemencecik bitecek sandım. Doğru ya yer çekimi denen bir şey vardı! Gökte asılı kalmayacaktım ya! Tam da öyle oldu. Sanki zaman durdu ben gökte asılı kaldım. Zaman süzüldü de süzüldü. Günler daha uzun gelmeye başladı. Bir an önce yere inmek için sanki yüzüyormuşcasına öne doğru kulaçlar attım. Fakat hareketlerim çok yavaşlamıştı. Bir türlü anlam veremedim. Beni tutan bir güç vardı sanki. Geceleri uyursam zaman daha çabuk geçer sandım. Uyuyamadım. Karanlıktan en çok da kuşlardan korktum. Yıldızları gördüm mü diye merak ediyorsanız evet gördüm. Canımın derdine düşmediğim gecelerde biraz olsun yıldızları seyrettim. İtiraf edeyim balkondan izlemek daha keyifliydi. Günleri geceleri bir bir sayıyordum. Açlıktan ve susuzluktan unutkanlık başlayınca onları da sayamaz oldum. Yağmur yağıyor ıslanıyor sabahına güneş açıyor kuruyordum. Güneş bazen çok yakıcı oluyordu. Ondandır bayağı bir bronzlaştım. Durumu kabullenmiş bu yavaşlığa alışmıştım. Belki de ilk defa ticaretini yaptığım bir şey ile empati yapabiliyordum. Salyangozlarla evet. Onlar kadar yavaş yaşıyordum hayatı. Bir süre sonra kendimi salyangoz olarak hissetmeye başladım.
Zaman algım tamamen değişmişti. Hatta yok olmuştu diyebilirim. İnsanı çıldırtacak derecedeki bu yavaşlık nefes alışverişime de yansıdı. Artık farkındalıklı bir şekilde diyaframdan nefes alıp veriyordum. İnsanların günlerce nefes terapisine gidip öğrendiği şeyi ben havada kapmıştım. Gülün gülün! Ben de kendime çok güldüm. Günler hep böyle geçmedi tâbii. Bazı günler bağıra bağıra ağladım. Kötü sesimle şarkılar söyledim. İnsanların yüzüne karşı söyleyemediğim ne varsa boşluğa doğru haykırdım. Kimden nefret ediyorsam olanca kinimi kustum.
Kendimi çok yalnız ve çaresiz hissetmeye başlamıştım. İnandığım değerleri sorguladım. Küçükken “Allah nerede?” sorusuna; parmağını göğe yükselterek “Şu bulutları görüyor musun? Bak. Aha işte kurban olduğum Allah o bulutların arkasındadır” diyen teyzeyi hatırladım. Günlerce o bulutların ardında Allah’ı aradım. Aradıkça kayboldum. “Neden ben? Neden beeeeeen?!” diyerek kendi kendime kavgaya tutuştum. Soruma cevap alamayınca ağlamaya başladım. Bir müddet sonra duruldum sonra tekrar ağladım.
Acayip bir can sıkıntısı başlamıştı. Artık kuşları da görmez olmuştum. Göç mevsimi çoktan bitmişti. Yağmur yağış, rüzgar ne varsa üstümden geçmişti. Ben halen ayaktaydım. Pardon ayakta derken mecazi yani. Yoksa tepetaklak düşmeye devam ediyordum. Fırtınalı gecelerde bile bir umut; rüzgar beni hızlıca yere çarpar diye, dua ettim. Olmadı. Yavaşlığım günden güne artıyordu. Artık yorgunluktan ne sağa sola bağırabiliyor ne de yere doğu kulaç atabiliyordum. Kıyafetim daha yolun başında bana musallat olan kuşlardan ötürü yırtılmıştı. Geceleri üşüyordum. Saçım sakalım uzamıştı. Öyle ki bir adaya düşsem Robinson Crusoe’ nin tahtını sallayacaktım. Belki benim de filmimi çekerlerdi. Böylece bu talihsiz olay benim lehime neticelenirdi.
Bunların hepsi kendimi avutma çabamdı. Ne kadar zaman geçti bilmiyorum ama yeryüzünde minik minik karaltılar görmeye başladım. Bunlar ev olmalıydı. Bir anda mutluluktan ağlamaya başladım. Ağlamam bitince sakin kafayla düşündüm. Madem filmimi çekmiyorlar o halde ben bir şeyler yapmalıydım. Bu düşüşün bir anlamı olmalıydı. Yere kapaklanmamın nasıl bir anlamı olabilirdi ki? Yaşadığım yolculuğun tarihe geçmesini sağlayacak bir şeyler bulmalıydım. Mesela yere indiğimde; söyleyeceğim ilk kelimeyi düşündüm. Evet evet bu çok önemliydi. Sonuçta kaç insanın başına gelirdi ki bu olay? Elbet tüm ülke hatta dünyanın çeşitli yerlerinden gazeteciler beni görmeye gelecekti. Peki benim ne zaman yere ineceğimi kim bilebilirdi ki? Ben bile bilmiyordum. İnsanlar, beni görecek kadar onlara yaklaştığımda herhalde gazetecilere haber ederlerdi. Noldu? Utanmış gibisiniz. İsabet olur. Ben burada dünyada nadir görülen bir olayın öznesi olarak günlerce söyleyeceğim ilk kelimeyi düşüneyim, sizler bir gazeteciye ya da televizyona haber etmeyin! Pes yani! Haa ne diyordum? Söyleyeceğim ilk kelime insanlık için bir önem arz etmeliydi. Sonuçta ha Neil Armstrong ha ben değil mi? Ben de aylarca uzay boşluğunda süzülür gibi gökyüzünde süzülmüştüm. Sonunda bir karar vermiştim. İnsanlık için çok önemli, benim içinse sadece üç saniyemi alacak iki heceli bir kelimeydi. Tahmin edebilir misiniz? Hayır o değil. O da değil. Ekmek mi? Ekmek nedir Allah aşkına dayı? Ben aylarca bir şey yemedim yine de aklıma gelmedi. Söylüyorum hazır mısınız? Barış. Baaa rışşş! İki heceli ve tüm insanlığa hizmet edecek kelime işte bu!“
Köylüler şaşkınlıkla adama bakakaldı. Uzaklardan bir grup çocuk o tarafa doğru koşuyordu. İçlerinden biri grubun liderliğini üstlenmiş olacak ki; tüm çocukları arkasına katmış, elinde bayrak sallaya sallaya geliyordu. Bir yandan da “ Geliyoooor! Geliyooor! İmam camiden anons geçti duydunuz mu? … Geliyoooor!” diyordu. Sesi duyan herkes kulak kesilse de uzak mesafeden neyin geliyor olduğu tam anlaşılamamıştı. Çocukları ciddiye alan da pek olmadı zaten. Köylülerden birkaçı adama gezegenlerden, güneşten, bulutlardan sorular sormaya başladı.
Adam eliyle göğü gösterdi. Köylüler gördüler ki; en tepeden bir göktaşı, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.