KARALI KÖYÜNÜN SON 7 AYI
Hikayenin öncesi:
KARALI KÖYÜNÜN SON 7 AYI - Google Dokümanlar
Düşüşü tam yedi ay sonra bitti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.
“Adımı hatırlamıyorum. Muhtemelen dedemin adı neyse benim adım da o. 700 yıl önce büyük bir günah işledim. Ama o zaman nasıl tatlı, nasıl güzeldi her şey. Kendimi kendimden çok büyük, çok yakışıklı, çok akıllı görüyordum. Kuşların kanadını, tilkilerin kuyruğunu, karıncaların yuvasını, hasılı küçük dağları ben yaratmışım sanıyordum. Ben konuşunca kainat susuyordu. Şarkı söylesem bülbüller utanıyordu seslerinden. Ben susunca cümle alem ağlıyordu kederinden. Yürüdüğümde yollar titriyor, ben durunca tüm gözler bana çevriliyordu. Ne giysem yakışıyordu. Yüce Mevlam beni yaratmak için melekleri azad etmiş de bizzat kendisi yoğurmuştu sanki hamurumu. Annem ben doğduktan sonra daha bir güzelleşmiş, babam bana nazar değmesin diye 7 kurban kesmiş Ağrı Dağı’nın eteğinde. Fakirler doyurulmuş, yetimler giydirilmiş, cümle hayvanat için yaylalara yem bırakılmış. Eğitimim için civarın en iyi hocaları tutulmuş, yiyeceğim yemekleri benden önce tatması için köleler satın alınmış…
Üstüme bu kadar titrenmesine rağmen ben istedikleri ben olamamışım. Olamadım. Kimsenin kabına sığacak kadar akışkan değildi yaratılışım. Kendi dediğimden başkasını duymaz, istediğimden başkasını yapmazdım. 7 yaşıma geldiğimde yaşadığım saray yavrusu dahil, çevrede kırılmadık cam, dövülmedik çocuk, küfretmediğim erkek, çelme takıp düşürmediğim yaşlı kalmamıştı. Bendir çalmayı öğretmesi için tutulan hocalardan 3’ü bendiri kafamda kırmak zorunda kalmış, evden çıkmadan falakaya yatırılmıştı. Aşçıların tencere tavasını saklar, tatlılara tuz, tuzlulara pekmez katar kaçardım. Bunlardan kalan zamanlarda sürekli şarkı söyler, sinek avlar, dama çıkıp aşağıdan geçenlere tükürür, sarayda çalışan kadınların uzun saçlarını keser önlerine atardım.
14 yaşıma geldiğimde artık benimle uğraşacak hoca kalmadığı gibi annem de canından bezmişti. Babam beni hapsetmek için kule inşâ ettirmeyi bile düşünmüş fakat annemin yufka yüreği elvermediği için onu bu kararından vaz geçirmişti
15 yaşıma basınca babam beni evlendirmeye karar verdi. Evlilik lafını duyunca dilim tutuldu, tüylerim esvaplarımdan dışarı çıktı. Boğazım düğüm düğüm, aşçının güzel kızı Berivan’dan başkasıyla evlenmeyeceğimi kesin ve kararlı bir şekilde dile getirdim. Hemen o gün aşçı, babamın huzuruna çıkarıldı ve kızıyla evleneceğim kendisine bildirildi. Aşçı boynunu büküp huzurdan ayrıldı. Sabah düğün hazırlıkları için çarşıya çıkılacaktı. Annem Berivan’ın ölçülerinin alınması için terziye haber gönderdi. Saray yavrusu evimizde tedirgin edici bir sessizlik vardı o sabah. Zaman geçiyor ne Berivan, ne babası, ne anası karşımıza çıkmıyordu. Babam hışımla müştemilata gittiğinde bu ailenin yanlarına hiçbir şey almadan saraydan kaçtığını öğrendi. Babam, boynunu büküp durumu bana bildirdi. Ben öfkelendim. Öfkemden bağırmak, çığlıklar atmak; camı çerçeveyi indirmek; saçımı başımı yolmak istiyordum. Hiçbirini yapamadım.
O günden sonra bana ayrı bir hâl geldi. Dilimi yutmuş gibiydim. Sabahtan akşama kadar şarkılar söyleyen, şiirler okuyan ben değilmişim gibi bir pencere önüne geçip Berivan’ın gölgesini bekler olmuştum. Berivan çok güzeldi. Ela, badem gibi gözleri vardı. Yanakları pembe dudakları kırmızı, dişleri inci beyazıydı. Sarı uzun saçları beline kadar uzanıyor, o yürüdükçe etrafa lavanta kokuları saçıyordu. 17 yaşındaydı. Çocukken arkadaşımdı aslında. Birkaç defa saçını kestikten sonra bir daha benimle oynamadı. Anne babasını ne kadar sıkıştırsak da Berivan’ı benimle oynamaya razı edememişlerdi. İnadı benden beterdi, mecburen kabullendik bu durumu. Yıllarca yüzüme bakmadı. Beni görünce başını çevirir, karşılaşmamak için yolunu değiştirirdi. Civar köylerin ağaları, beyleri, beyzadeleri her gün kapımıza gelir Berivan’ı babamdan isterdi. Berivan’ın evleneceği kişiye babamın karar vereceğine o kadar ikna olmuştum ki onun bir lafı benimle evlenmesine yeter sanmıştım.
Aradan birkaç yıl geçti. Berivan’ın uzak bir beylikte bir bey oğlu ile evlendiğini duydum. İçimdeki ateş büyüdü, alevleri saraydaki herkesi sardı. Her sabah pencere önünde bir türkü tutturuyor, Sarı Su’yun kenarında akşama kadar geziniyor, sokaktaki kedi köpekle sohbete duruyordum. Annem her gün güzel bir kızı karşıma çıkarıyordu. Hiçbiri Berivan kadar güzel, edalı değildi. İçim yanıyor, kaynıyor, Berivan diye deli oluyordu. Ne geçen zaman ne de Berivan’ın evlenmiş olması bendeki bu hâle çare olmadı.
Bir gün yollara düşmeye, Berivan’ı arayıp bulmaya karar verdim. Uzaktan onu görecek, özlemimi giderecek, geri dönüp gelecektim. Tüm karşı çıkmalara rağmen atımı hazırlatıp yola revan oldum. Arayıp sora sora yaşadığı beyliğe vardım. Saçım sakalım uzamış, çizmelerim çamur içinde kalmıştı. Bir hana yerleştim. Birkaç gün yol gözledikten sonra sonunda Berivan’ı görmüştüm. Yola çıkarken anneme, onu bir kez gördükten sonra döneceğime dair söz verdim ama olmadı. Berivan her sabah erkenden kalkıyor, yanına aldığı kendi kadar güzel kızıyla dere kenarına gidiyor, ud çalıp şarkı söylüyor, saçlarını derede yıkayıp tarıyor, tekrar salına salına sarayına dönüyordu. Bir hafta, bir ay, bir yıl derken, bende artık dayanacak takât kalmadı. Bir gün yoluna çıkıverdim. “Berivan!” dedim. Beni görünce sanki yanakları bir daha pembeleşti, elâ gözlerine yıldızlar gelip kondu ya da ben öyle sandım. Meğer gözlerinde yanan yıldızlar değil şimşeklermiş. Yumruklarını sıkılı görünce bir adım geri attım. Yalvardım, yakardım dinlemedi. Ağladım sızladım içi yanmadı. Ben konuştukça sanki demiri demire sürtüyormuşum gibi kulaklarını tıkadı. En sonunda dayanamadım, Berivan’ı kolundan tutup atıma doğru sürüklemeye başladım. O çekti ben çektim elini, o çekti ben çektim. Bir türlü gücüm yetmeyince; tüm öfkemi, tüm gücümü, tüm hevesimi birleştirdim. Bir boğuşma başladı ki kimse kimseye güç yetiremiyordu. Vallahi onun rızası olmadan ona dokunmak niyetinde değilken şeytan geldi boynuma çöktü. Nefsim şahlandı, Berivan’a orada sahip oldum. Berivan, uzun bir soluk aldı, bu soluğu versin de gözlerinin içine bakıp “Beni affet.” diye yalvarayım dedim ama aldığı soluğu vermedi Berivan. Utana sıkıla yüzüne baktım, gözlerini göğe dikmiş boşluğa bakıyordu. Sarstım, salladım, yalvardım, aldığı soluğu vermedi. Oracıkta canını verdi utancından.
Berivan’ın başında 3 gün ağladım. 3 gün sonra cesedi kokmaya başlayınca, bir ağacın altını kazıp gömdüm. Yakınlarda bir mağaraya yerleştim. Kırk gün kırk gece ağladım, tövbe ettim. Kırk gün sonra bana bir haller oldu. Kendimden geçtim. Bir gün ya da gece bilmiyorum -zaman mefhumu uçup gitmişti benden- Berivan rüyama girdi. Bir kez de ondan af diledim. Ayaklarına kapandım. Yüzüme bile bakmadı. Sadece kısık bir sesle: “Dilerim Allah’tan benim soyum tükenene kadar Allah canını almasın. Almasın ama benim soyumdan kimse ile aynı dünyada da kalmayasın.” diye dua mı, beddua mı küfür mü olduğunu anlamadığım sözler döküldü ağzından. Uyanınca bende bir hafifleme hasıl oldu. Mağaradan dışarı çıktım. Güneşten gözlerim kamaştı. Her yer bembeyaz parlak bir ışıktandı sanki. Bir süre gözlerim alışsın diye bekledim ama olmadı. El yordamı ile tekrar mağaraya dönmek istedim. Bir iki adım atmıştım ki ayağım, orada olmadığından emin olduğum bir boşluğa denk geldi. Sonra bitmesini beklediğim bir düşüş başladı. Düşüyordum ve yere çakılacağım anı bekliyordum. Bir süre sonra bu düşüşün bende yarattığı korku da aldı başını gitti. O gün bugündür düşüyorum aslında. Sizin 7 ay sandığınız bu düşüş 700 yıl önce başladı."
Adam eliyle göğü gösterdi. Köydekiler gördüler ki, en tepeden bir göktaşı, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.