Arza Düşen Adem
BİR ZAMANLAR
Düşüşü tam yedi ay sürdü adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı:
“Cumanız mübarek olsun.
İsmim Rıdvan Dilova. Köyünüze, vazife icabı çıktığım fezadan, ondan evvel de sizinle aynı dili konuştuğumuz topraklardan geldim.
Ey hazirun, önce söz vardı, sonra ne olduysa her şey kendi anlamıyla ihtilafa düştü. Dünya dönerken çok şey değişti fakat köyünüz, güneşin ve ayın doğup batması dışında, bu dönüşün tesirlerinden uzak kaldı.
Benim hikâyem; tuz-ekmek hakkı üzerine yemin edip fütuhât için yola çıkan ve hiç beklemedikleri bir biçimde burayı yurt tutmak zorunda kalan bahadırların hikâyesinin başladığı yerde düğümleniyor. Onlar, yani Şemsi Paşa komutasındaki müfrezede ilerleyen atalarınız, gözden yitirdikleri kafilelerine kestirmeden giderek yetişmek için olmadık bir patikaya saptılar. Kaybolduklarını anladıklarında ise ne geriye dönebilecekleri yoldan bir iz ne de o yolu kat etmeye yetecek kadar erzakları kalmıştı. Sanki onları buraya getiren patika, avını nihayet avucuna aldığını gören orman tarafından yeniden ağaçla örülmüştü. Serdeki cihangirlik sevdası, kucağına düştükleri bu yaban diyarda bir medeniyet kurmak için gerekli azmi sağlıyordu. Onlar bu azimle yeni yurtlarını imar ederlerken, peşinden koptukları kafile ilerlemeye, kaleler zapt etmeye, nice diyarları kılıncının gölgesine katmaya devam etti. Asırlar boyunca, fethedilmek için sırasını bekleyen topraklarda rüyalardan eksik olmadı.
Dünya bir elmaydı ve ancak yarısı kızarmıştı. Diğer yarısında ise cenkten düşen küffâr bir tecdidin ihtilâcıyla kıvranıyor gibiydi. Luther nam Cermen papazının başını çektiği İsevîler kendi dillerine tercüme ettikleri kutsal kitaplarıyla Papa’ya, ismini masallarda duyduğunuz Frengistan’daki şehir soylular krallarına, buharla işletilen makineler tabiata isyan etti. Kavmiyetçilik cereyanı köşe bucak yayıldı, hürriyet, uhuvvet ve müsavat özlemi ilan edilirken yumruklar hep havaya kaldırıldı. Arzın soluna doğru sefere çıkan tüccar denizciler yeni bir umman ve yeni bir dünya keşfettiler. Derken yerin dibinden “neft” isminde kapkara bir mayi çıkarıldı. Sonraları, bu mayiden mâmul yakacak ve eşyalar, başka bir medeniyet ve insan nevîi husule getirecekti. Artık her iş makinelerle görülmeye başlanmıştı. Görülmemiş servetler, dişleriyle kan emen sermayedarlar ortaya çıkıyordu. Paranın dini hükümranlığını, bu mümtaz müminleri marifetiyle yaymaktaydı. Şu yerdeki kumlar adedince insanın canından, malından olduğu büyük cihan harbi de işte bu aziz tüccarların himmetiyle patladı. Bu esnada sümüğün buz kestiği şimalde ameleler kazan kaldırdı. Gerek harp olurken gerek harpten sonra, memleketlerinin idaresini deruhte eden ailelerin sultası bir bir ilga edildi. Hudutlar bozuldu, nizam değişti.
İlk büyük harp bittiğinde doğanlar boy atarken dünyayı kıtlık vurdu; bıyıkları terlemeye yüz tutmuşken bu sefer ikinci bir büyük harp başladı. Gökteki yıldızlar kadar insan canından, yurdundan oldu. Bu harbin nihayet bulmasıyla da cephelerin ortadan kalktığı yeni bir harp çeşidi ortaya çıktı. Devletler artık iki kutuptan birinin yanında, ya amele heyetinin idare ettiği Urusya yahut da bebeklik çağındaki yeni dünyada kurulan Amriga yanında saf tutmaya başladı. Yeri bölüşemeyenler artık göğü fethetmek için yarışıyorlardı; devasa fişenklere bindirdikleri cengaverlerini fezaya fırlattılar. Urus feza neferi gökteki dünyalar arasında gezindi, Amrigan feza neferi de aya yurdunun sancağını dikti.”
Rıdvan Bey -birinin nihayet önüne koymayı akıl ettiği- bir bardak buzlu suyu başına dikti. Güneş göğün ortasına kadar yükselmiş, minarenin gittikçe uzayan gölgesi neredeyse bir mızrak boyunu bulmuştu. Merak ve heyecanın soluk almalarına müsaade etmediği, yanakları pembeleşmiş ahaliyi süzerken yumuşak (daha doğrusu temkinli) bir sesle;
“Madem ki anlaşıyoruz, o hâlde dildaşız; madem ki camiiniz var öyleyse dindaşız. Cuma vakti geldi, arzu ederseniz cumayı eda ettikten sonra devam edelim.”
Rıdvan Dilova sözünü bitirir bitirmez, meydandaki bütün başlar komut almış gibi kesin bir hamleyle, “Tamam” manasında eğilip kalktı, kalktığı anda da hep birden minareye döndü: Kekeç Müezzin ezanı okumaya başlamıştı. Rica minnet, imameti Rıdvan Dilova’nın üstlenmesini istedi halk. Gökle yer arası yolu iki kez kat eden misafirleri seferi olduğunu söylese de halk, erkan bilmemekten gelen mahcubiyetle, misafiri iterek öne sürmeye varan bir ısrar göstermekten çekinmedi.
Rıdvan Dilova abdest almak için kollarını-paçalarını sıvarken, kadınlı erkekli bütün köylülerin kendisini taklit ettiğini görünce, işinin zannettiğinden daha zor olduğunu anladı. Kadınların cumadan muaf olduğunu söyleyecekti ki, aklına üniversite mescidi önünde Cuma kılmak için nümayiş yapan kız talebeler geldi. Kültürünün nasıl tebdil ettiğini bilmediği bu köyde beklenmedik bir tepkiyle karşılaşması işten değildi. İçlerinden birinin, cinsiyetin herhangi bir ayrıcalık ve ayrımcılığa sebebiyet vermemesi gerektiğini söylemesinden korka korka, kadınlara ikinci katta, erkeklerin başı üstünde namaz kılmalarının daha makbul olacağını söyledi. Neyse ki bu tavrıyla sadece kadınları değil, kadına hürmet göstermeyi, paye dağıtma büyüklüğünün nişanı sayan erkekleri de hoşnut etmişti.
Bir yandan uzuvlarını sudan geçirirken, diğer yandan abdest hakkında tafsilât veriyordu Rıdvan Bey. Söylediklerinin ne kadar anlaşıldığını görmek için etrafında onu izleyen kalabalığı gözden geçirdiğinde, bu anlattıklarını zaten biliyormuş da nezaketen dinlemeye tenezzül ediyormuş gibi bakan gözlerle karşılaştı. Cemaat, yeni camiinde ilk sünneti imamla tek vücut gibi gümbür gümbür kıldı. Ardından Rıdvan Bey merdivenden ibaret minbere çıkıp, “Hubbul vatan minel iman” hadisi etrafında bir hutbe irat etti. Namazın hemen akabinde köylüler, her biri sırayla musafaha ettikten sonra Rıdvan Dilova ve Kekeç Müezzin’in yanına geçerek büyüttükleri bir halka oluşturarak tebrikleşti.
Camiiden çıktıklarında meydana sofralar kurulmuştu. Adam boyu sinilerde, yoğurt çorbası, oğlak biryan, bulgur pilavı, bıldırcın dolması, kızılcık şerbeti, ayran, biberiyeli erik hoşafı, meyveli buz, ayrıca çeşitli salata ve mezeler ile kaymaklı içsiz baklava verilerek hatırı sayılır bir ziyafet hazırlanmıştı. Gelgelelim, Rıdvan Dilova’nın kendi ifadesiyle “ayaküstü tazakkum edilen seri-taam”a alışmış bünyesi, bu ziyafetten ancak üç-beş kaşık nasiplenmekle iktifa etti. Sofranın başından çekilip Şemsi’nin getirdiği melengiç kahvesini yudumlarken köye ve sofra başında karnını doyuran köylülere takıldı gözleri. Asırlar boyunca alınan mesafelerden, bir yığın makine, icat ve kolaylıktan mahrum kalmış, bunun yanında bu aletlerin beşeriyete tanıttığı arzulardan ne kadar uzak kaldığı meçhul bir köydü burası. Zihnindeki sualler tekrar hücuma kalktı: Acaba fen ve teknikte bu denli bir terakki yaşanmasa bile, zamanın cemiyet üzerinde bağlanan pası aynı süratle yayılmaya devam edecek miydi? Başka bir ifadeyle zamanın gelenekleri, itiyatları, modaları elemesi, kendi ruhuna has ve başka bir amilin müdahale edemediği bir ortaklık mı sunmaktadır? Daha başka bir ifadeyle zamanın evlatları nerede doğarsa doğsun, hangi aletleri kullanırsa kullansın annelerinin diliyle mi konuşurlardı?
Aslında köy bu tür meseleleri tecrübe etmeye oldukça müsaitti. Rıdvan Bey içinden, köyü ve köylüyü bu nazarla tetkik etmeyi geçirdiyse de şarkiyatçılarda şahikasını bulan o kibirli tecessüsü hatırlayarak tiksindi. Kahvesinden son yudumu alırken havada küçük bir şimşeği andıran bir ışıltı patladı. Camiin ikinci kat penceresine tüneyen Şemsi, “ziyatutan” adını verdiği, ortasında camlı bir göz bulunan kutuyu meydanı dolduran ahaliye çevirmişti. Amcası, ağzında lokmayla söylendi:
“İşi gücü şeytanlık bu veledin. Şu keşmekeş bitsin, bilirim yapacağımı ben.”
Amcasının karşısında oturan dişleri dökülmüş ihtiyarın derdi başkaydı:
“Bari haber verseydi de üstümüzü başımızı düzeltseydik, o tarafa dönseydik.”
Yemek faslı ikindiye doğru nihayet buldu. Misafir, kendisi için ayrılan sekiye kurulmasıyla Şemsi dibinde bitti. Hazır kalabalık sofrayı toplamakla meşgulken, şu buharla işleyen makineler hakkında malumat almak istiyordu. Rıdvan Bey’in buhar gücü ve Sanayi inkılabı hakkında muhtasaran geçtiği bilgileri, Şemsi hayıflanmayla iç geçirerek dinliyordu ki, sonunda yumruğunu dizine indirip döküldü:
“Tekmilini ben icat edebilirdim bunların, tek tek bütün merhaleleri tasavvur etmiştim. Lakin amcam malzemelerimi dağıttı.”
“Üzme canını, azmedersen yine yaparsın. Hem bu makinelerin kullanıldığı hayatlar sandığın kadar şaşaalı değil.” Şemsi, cebinden siyah-beyaz bir fotoğraf çıkartıp uzattı:
“Bunu da ziyatutandan çıkarıyorum. Artık iki saatte tab edebiliyorum da.”
Yemek esnasında yukarıdan çektiği fotoğraftı bu, köy meydanında kurulan sofrada yemek yiyen halk ve az berilerinde kahvesini yudumlayan Rıdvan Dilova vardı fotoğrafta.
Kalabalık bir anda toparlandı. Söz Rıdvan Dilova’daydı:
“Misafirperverliğiniz için müteşekkirim.
Dünyanın, bu arada memleketimin de, geçirdiği safhaları üç aşağı beş yukarı anlatmaya gayret ettim. İçinde bulunduğumuz çağ, sözüm ona tarihte en az harbin yaşandığı çağdır. Diğer yandan esas harp bu çağın insanının sinesinde yaşanmaktadır. Sadece eşyanın değil his ve tavırların da anlamı alt üst olmuştur. Vakar kibirle, sözünü sakınmamak patavatsızlıkla, heves hırsla, hürriyet vurdumduymazlıkla, emanetin muhafazası, mülkiyetini sahiplenme hakkıyla ve daha birçok müspet hâl aynı insiyaktan doğan menfi hâlle karıştırılır olmuştur. Rızık endişesi neredeyse zail olmuş, fakat onun yerini kâr endişesi almıştır. Paradan ve maldan kâr etmek şöyle dursun, insandan kâr sağlamaya çalışmak adi vakalardan olup çıkmıştır.
Ben işte bu tepetaklak olmuş çağın göbeğinde, Karesi vilayetinde doğdum. Doğduğum şehir sürat ile haz arasındaki münasebetten nispeten uzak kalmış bir yerdi. Fakat bütün dünyayı aynı anda buluşturan teknik aletler sebebiyle, bu şehrin şahsiyeti de umumi temayüllere göre teşekkül etmeye devam ediyordu. İnsanlar değil yollar yürümekte, küçük dolaplarda dünyanın öbür tarafındaki hadiselerin kaydı seyredilmekte, aralarında deryalar bulunan insanlar birbirinin fısıltısını teller vasıtasıyla işitebilmekteydi.
Tek derdim, insanın bütün dikkatini kendiyle meşgul olmaya zorlayan bu keşmekeş içinde hüviyetini kendi şahsı içinde cem eden bir fert olabilmekti. İnsanlar emniyet tedbirleri uğruna hürriyetlerinin kısıtlanmasına ses çıkarmıyordu. Lakin ne emin olabiliyor ne de hür kalabiliyorlardı. Yani şahsiyeti kıyamda tutan anasır tehdit altındaydı. Çağımızın büyük şairlerinin eserleri bu çağın hezeyanlarıyla doluydu. Onları diğerlerinden ayıran şey gülmeleri değil ağlamaları, yani teselliye müsait olmalarıydı. Ediplerimiz ise çağın yarattığı bu ifrada varan insan nev’inin karşısına, tefritte yaşayan karakterler koymakla çare buluyordu: Dağ başına çekilmiş derviş, tekkesine kapanmış şeyh, kitabî tıbba cephe almış ananevi otacı, şehirden kaçıp köyde, domates ekmenin sükutunda eman bulmak isteyen yarı münevver-çeyrek âlimler. Ortada dönen bir kavga var, lakin taraflardan biri meydanda değil. Çünkü kendiliğinden bertaraf olmuş hâlde.
Ben er meydandaydım ama yapabildiğim tek şey yüzüme inen yumrukları savurmaya çalışmaktı. Hasmımı tanımak ona galip gelmeye yetmiyordu.
Feza İlimleri tahsil ederken okuduğum bir kitapta atalarınızın hikâyesine tesadüf ettim. Ortadan kaybolmuş, muhtemelen dağların arasında sıkışıp kalmış bir boy. Yakın bir zamanda “helikopter” isimli, devasa bir demir böceğe benzeyen tayyareyle bu havalide bir keşif yapılmak istenmişti. O boyun son fertleri olduğu tahmin edilen köy sakinlerinin helikoptere saldırdığı yazıyordu kitapta. Yazılanları okurken gelip bu köyü görmeyi, insanlığın sona doğru gittiği dünyanın taşrasında kalmış insanlarla tanışmayı arzu ettim. Ama bu, kaçmayı istemek değildi; bu, evladı olduğum zamanın dilindeki düğümleri çözmem için lüzumluydu. Nihayet yurdum fezaya bir gökmen göndermek istedi ve ben de gönüllü oldum. Allah nasip ederse, dönüşte köyünüze inmeyi murat ediyordum. Nitekim uzun hesaplar neticesinde köyünüzü yukarıdan hizalayarak buraya vasıl olabildim. Fakat benle aynı istikamette ilerleyen, köyünüze doğru yaklaşan bir şey daha vardı: Bir göktaşı.”
Rıdvan Dilova başını göğe kaldırdı ve eliyle göğü gösterdi. Köydekiler gördüler ki, en tepeden bir göktaşı, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.