KARALI KÖYÜNÜN SON 7 AYI
Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden bir adam, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu.
Onu ilk gören bir çocuktu. Hasat edilmiş bir tarlada ineklerini güdüyordu. Ayağında, parmak uçları delinmiş lastik bir ayakkabı, üzerinde babasının küçültülmüş eski kareli gömleği ve annesinin abisine ördüğü, yıpranmış yerleri kahverengi bir iplikle sarmal yamalanmış, sütlü kahverengi süveteri vardı. Çocuk dediğime bakmayın. Hiç uçurtma uçurmamış, balon şişirmemiş, uçan balonunu elinden kaçırmamıştı. Ya henüz çocuk olmamış ya da hiç çocuk olmayacak kadar büyük doğmuştu. Bu sebeple şaşırmadı onu gördüğüne. Korkmadı da. Koşup arkadaşlarına anlatmadı, annesinin eteğini çekiştirip parmağı ile göğü göstermedi, yüreği hoplamadı, merak etmedi bu kim diye.
Bundan 2 hafta kadar sonra başka bir çoban gördü onu. Bir avuç çoban köylüsünün içinden, başka bir çoban çalıştıracak kadar zengin olanlar adına 300 koyun güdüyordu. Sırtında bir kepenek, elinde bir kaval yoktu. Sigarasının dumanını havaya hesaplı bir şekilde üfürmüş, yuvarlak halkalar yapıp yapamadığını kontrol ediyordu ki havada düşüyor mu süzülüyor mu belli olmayan bu adama “Vay anasını…” diye, dilini yutmuş diyebileceğimiz bir şaşkınlıkla açtı gözlerini. Ağzında kalan dumanı yuttu yanlışlıkla, bir öksürük nöbetine tutuldu. Ciğerini sökercesine gelen öksürük ona tekrar havaya bakmayı unutturdu. Gözlerinden yaşlar gele gele öksürüyor, ağzından salyalar saçılıyordu. O düşüp gelenin Azrail hazretleri olduğunu düşündü. Korkusundan bir daha kafasını kaldırıp bakmadı göğe. Sanki gökten düşüp gelen bu, işe giden salyangoz hızındaki adamla bir defa göz göze gelseler terk-i dünya eyleyecek, iki aydır güttüğü koyunların parasını alamayacak, bu parayı alamazsa Asiye’ye kavuşamayacaktı…
Çobanın göğe bakmamaya yemin ettiği günden bir ay sonra Çullu Cafiye’nin gelini Hatice, yemlik toplarken ağrıyan belini tutarak başını yukarı kaldırdığında “Töbe bismillah.” nidalarıyla karşıladı bu adamı. Yüreği yerinden oynadı sandı. Belinin ağrısı arttı birden, iki büklüm oldu, suyu geldi. 8 aylık hamileydi, çocuğunu düşürdü. 2. defadır bebek düşürüyordu. İyi saatte olsunlar uğramış sanarlar da adı uğursuza çıkar diye korkusundan gökten bir adam düşüyor diyemedi, “Komşunun azılı köpeği ekmek kokusuna geldi de üstüme atladı, korkumdan çocuğum düştü.” dedi. Kocası gitti önce köpeği vurdu, sonra Kürt Memed’i dövdü köpeği aç bıraktı diye. Hatice bir daha göğe bakmadı. Sandı ki gerçekten cinlere perilere karışacaktı adamı bir daha görürse. Ünlü meseldi cinlerin güzel gelinlere aşık olduğu, uykusunda onun koynuna girdiği. Çocuğu düşürdüğüne bile sevindi. Belki de çocuk kocasından değil de gökten düşen bu cin soyundandı.
Hatice bebeğini düşürüp de sessizliğe gömüldükten 3 hafta sonra muhtarın torunu Seyit, sapanını koparırcasına çekmiş söğüt dalındaki serçeyi vurmaya heves etmişti. Ne var ki taş isabet etmedi, serçe can havliyle uçtu. Seyit, serçeye bir küfür savurdu, arkasında bıraktığı hayalî ize bakarken gökten düşmekte olan bir adam gördü. Kavak dalından yapılmış, ateşte bükülmüş sapanını boynuna asıp, sağ eliyle düşmesin diye pantolonunu tuta tuta eve koştu. O sırada ebesi çamaşır yıkıyor, soğuyan suyu ılıştırmak için kaynayan kazandan maşrapa ile su alıyordu. Seyit “Gökten bir adam düşüyor!” deyince kadın elindeki tası Seyit’in kafasına indirdi “Bir işe yaradığı yok bir de beni oyalayacak çıfıtın sıpası!” diye. Seyit ağlaya ağlaya gitti, kayısı ağacına çıktı. Kayısı yerken gözüne bir serçe takıldı, aklı başından uçtu, taş arama hevesiyle ağaçtan atlarken bir dala takıldı pantolonu yırtıldı. Bir dayak da annesinden yiyince gökten düşen adamı hepten unuttu.
Aradan bir ay ya geçmiş ya geçmemişti. Ahraz Hamza briketten yaptığı çay ocağında sinek avlıyordu. Gündüzün bu vakti herkes ya tarlada olurdu ya da dağda bayırda hayvanlarını güderdi. Köyde kalanlar halı dokuyan genç kızlarla yeni gelinler bir de torun bakan, akşama gelecek olanlara bulgur pilavı yapan yaşlı kadınlardı. Onlar da çay ocağına uğramazlardı. Hamza’ya da akşama kadar hayal kurmak düşerdi. Zira Hamza’nın ne tarlası vardı, ne karısı, ne çoluk çocuğu. İçinden çok konuşur ama dışından hep susardı Hamza. Herkes onun yarı meczup olduğunu düşünür, bunlardan bazıları erdiğine inanırdı. Bu yüzden kıymetliydi Hamza köylünün gözünde. Onu korur kollar, saygı duymasalar da çok severlerdi. Bu sevgilerini göstermek için de arada ensesine bir tokat patlatır, ayıp şakalar yaparlar, bazen bir tabak kabak yemeği ile bir tas yoğurdu onunla paylaşır, yetimliğini öksüzlüğünü unutturduk, ona ana baba olduk sanarlardı. Arada biri yeni doğan kızını Hamza’ya vereceğini söyler kahkahayı patlatırdı. Hamza bunlara çok içerlese de sessizce gülümseyerek savuştururdu. Bu içerlemişlik Hamza’nın içine o kadar işlemişti ki, kafasını yerden kaldırmazdı. Belki de gökyüzü ne renk bilmiyordu. O gün yine içinden yetimliği ile dertleşip, öksüzlüğü ile halleşiyordu. Dualardan umudunu o kadar kesmişti ki artık Allah’tan bile bir şey dilemiyordu. O gün öyle olmadı. Tutanacak bir şey aradı. Bir duvar, bir dal, bir masa kenarı, ne olursa artık… İnsanın içinde bir kıvılcım kadar da olsa inanç oluyorsa böyle zamanlarda duaya tutunurdu, o da öyle yaptı. Belki böylece imanı tazelenecek, küstüğü Cuma namazlarına gitmeye başlayacak, elleri yeniden duaya kalkacaktı ki onu gördü. Gökten kırmızı ceketi ile bir adam süzüle süzüle iniyordu. İçinden okkalı bir küfür savurdu. Dua da nasip işi. Olmayınca olmuyor. Hamza dilini bir kez daha yuttu sanki. Kulakları uğuldadı, sanki o ana kadar duyuyordu da bu uğultuyla sağır olmuş gibiydi. Ayağa fırladı, koştu, zıpladı, saçını başını yoldu hayretinden. Bu sevinç ve şaşkınlık gösterileri arasında, gördüklerini paylaşacak birini aradı gözleri. Bulamadı. Bu anı yalnız yaşayacak olmanın hüznü de karışmıştı şimdi haline. Bu kabullenişle tekrar baktı göğe. Yoktu. Hayal olmadığından o kadar emindi ki… Akşam oldu, yemeğini yiyen köylü erkekler birer ikişer Hamza’nın mekanını doldurmaya başladı. Her girene elini kolunu yukarılara savura savura, ceketini kanat gibi yapıp taklit ede ede anlatmaya çalıştı gördüklerini ama onunla bir kez daha dalga geçmelerinden başka bir şeye yaramadı bu. Kimi bir uçak taklidi yaptığını sandı kimi delidir, kim bilir gözüne ne göründü dedi. Bir tek Kör Hakkı onun ne dediğini anladı ama o da ”Gökten bir adam inmeyeceğine göre olsa olsa üç harflidir o, iyi saatte olsunlar.” diye geçirdi içinden. Hamza o gece de kırgın girdi yatağına. Ağlamadı ama boğazındaki düğümde ağlamaktan çok daha fazlası vardı…
Hamza bir kez daha dilini yuttuktan günler sonra köyün muhtarı Kör Kamil sanki hükümet işleri var gibi tarlaya gitmedi. Karısını, kızını yolladıktan sonra aynanın karşısına geçti. Saçlarını ıslatıp yana yatırdı. Dul Esma’nın kapısının önünden bir iki kez geçtiyse de kendisini gösteremedi. Eline küçük bir taş aldı tam cama atacakken Topal Ebeye yakalandı. Topal Ebe ne halt ettiğini biliyorum der gibi cık cıklayarak yanından geçerken o da sanki oradan öylesine geçiyorum der gibi başını yukarı kaldırıp ıslık çalmaya başladı. Tam da o esnada gördü adamı. Geliyordu işte, bir adam geliyordu. Muhtar akıllı adamdı. Önce korksa da gelenin bir uzaylı olabileceğini akıl etti. Koştu Topal Ebe’nin koluna yapıştı, “Ebe ana bak bak, uzaylılar geliyor, gördün mü uçup gelen adamı?” diye kadını darladı. Kadın inanmadı ama merak edip başını kaldırdı. Eliyle alnına gölge yaptı, kafasını uzatıp bir daha baktı. Sonra muhtara dönüp yine cık cıkladı, arkasını dönüp gitti. Yaşlı kadın, burnunun dibini görmüyordu, adamı nasıl görecekse?... Muhtar ne gördüğünden çok emindi. Arabasına atladığı gibi jandarma karakoluna gitti. Komutanı görmek istediğini bildirdi ama adamın çok işi olduğunu söylediler. “Ya asker tokatlıyor, ya uyuyor köpoğlusu!” diye geçirdi içinden. Sonra rütbeli olduğundan emin olduğu birini çevirdi. Olanları, ne gördüğünü tek tek anlattı. Adam muhtarı çok ciddi dinledi. Arada kaşını kaldırıyor, elini arkada birleştiriyor, bazen alnını falan kaşıyordu. Muhtar sözünü bitirince kısa bir sessizlik oldu. Çavuş “ Eğer muhtar olmasaydın, devlet adamını oyalayıp işleri geciktirdiğin için falakaya yatırırdım seni!” dedi. Muhtar bir vallahi çekecekti ki vazgeçti. Adamın inanmayacağını anladığı gibi, kendisi bile gördüklerinden şüpheye düşmüştü. Ellerini ceplerine sokuşturdu. “Tarlada iş kaldı, Esma cama çıkmadı, bir de hayalet midir, uzaylı mıdır, gulyabani midir bir yaratık çıkardık başımıza. Hepsi sabah çiğnediğim enfiyenin halt yemesi olacak.” diye geçirdi içinden. Esma’nın kapısına gidecek hevesi bile kalmamıştı…
Aradan zaman geçiyor, bazen bir çocuk, bazen bir yaşlı, bazen bir deli düşen bu adamı görüyordu. Adam aheste aheste, aşağıya hiç bakmadan hiç acelesi olmadan düşüp geliyordu işte. Ama onu görenler ya kimseyi inandıramıyor ya da kendisi de gördüklerine inanmayıp bir delirmediği kaldığına kızıp göğe bir daha bakmıyordu. Neredeyse köyün tamamı bu adamı görmüştü ama artık kimse onun hakkında konuşmuyordu. Herkes düşmekte olan adamın giderek yaklaştığından emin, içlerinde, arada yoklayan bir korku ile bekliyor, tikli gibi gözleriyle hızlıca gökyüzünü kontrol ediyor, sonra kopya çeken çocuklar gibi tekrar işlerine dönüyordu. Adamın yere ineceğine inanmıyorlar; aslında düşüşün tamamlanmasından içten içe korkuyorlardı. Korktukları da başlarına hızla geliyordu. Bir gün kahvede otururken içlerinden biri dayanamadı. “Ahali!” dedi. “Adam geliyor. Akşama sabaha köye inmiş olur; çoluğumuz çocuğumuz aklından oldu. Gelinlerimiz bebelerini düşürdü. Köye indiğinde ona haddini bildirmek lazım!” O ana kadar herkesin görmezden geldiği bu gerçek tüm çıplaklığı ile karşılarına dikilince köylü galeyana geldi. Köy meydanına birikip, adamın bu hiç acelesi olmayan, işe gitmekte olan bir salyangoz hızıyla inişini izlemeye ve her türlü saldırısına karşı sopalarla hatta bellerinde silahlarla beklemeye başladılar.
Bir sabah, işe gidenler yola koyulmuşken, elindeki peynirli sıkmayı ısırmaya hazırlanan küçük bir çocuk adamla göz göze geldi. Çocuğun fal taşı gibi açılmış gözlerini görenler baktığı yöne döndüler. Düşmekte olan ve her gün birinin aklıyla oynayan adam karşılarındaydı. Kimse ağzını açmadı; büyülenmiş gibi, hiç acele etmeden adamın inmekte olduğu yere toplandılar.
Düşüşü tam yedi ay sonra bitmişti adamın, yere ayağını bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.