Yedi Kat Gök

Beyza Öztürk

7.

Köydekiler gördüler ki, göğün en tepesinden efendim, bir salyangozun işe gitme hızıyla yere düşüyordu. Hızının benim işe gitme hızımla eş değer olduğunu nereden mi biliyorum? E kaç zaman palas pandıras düştük, tartabiliyorum artık. Efendim köylüler pürdikkat ona bakarken yanından geçtiğimiz bulutları temizlemekle meşguldu. Kendinin beş altı katı kadar olan bir buluta sağ üstten girişti. Su serpti kovalarla önce. Sonra avuç avuç toprak fırlattı buluta. Bu işin piri olmuş teyzelerden eksiği yoktu efendimin. Bir şaşırmadım değil. Efendim temizlik yapmaktan nefes nefese kalınca bir buluta sırtını vererek, ellerinin siperlediği gözleriyle aşağıdan kendisine bakan köylüleri süzdü. Cebinden bir heykelcik çıkardı. Görebildiğim kadarıyla boynunda balta asılı olan bembeyaz, ketum suratlı bir heykelcikti bu. Pat diye attı aşağı. Hiç beklemiyordum. Köydekiler bizi görmeden önce düğün yapıyorlardı. Küçücük köylerine beş çadır kurmuşlar. Çadırların ortasına yemek sofralarını dizmişler. Onlar davul zurna eşliğinde ziyafetlerini çekerken damat da yayını germiş eşiyle kendisine kurulacak çadırın yerini belirlemek için okunu atmak üzereydi. İşte tam okun yaydan çıktığı anda ahaliden göğe bakın nidaları yükseldi. Sonra da malum, köylerinin ortasına baltalı heykelcik düştü. Bir aralarında fısıldaştılar bir kafalarını kaldırıp bize baktılar. Heykelciğin köyün liderinde durması gerektiğini savunanlar da oldu. Köyden dışarıya fırlatılması gerektiğini savunanlar da. Türklerin tarihinde olaysız düğün görülmüş mü ki bu olaysız olsun. Gitti kızcağızın en özel günü. Neyse ki kızın intikamını efendimin pantolununun paçalarını salyalarımla bezeyerek aldım. Köylüler yeni çiftin çadırını kurdular. Kilimini serdiler. Bizim gökyüzünde olduğumuzu akıllarının bir köşesinde tutarak işlerine devam ettiler. Yemek pişirip, çamaşır çitiledikleri günlerin akşamlarında hep köy meydanında toplandılar. Hesap yapar gibi bir halleri vardı. Yerlere kat kat örtüler serip üstüne -muhtemeldir bizim için- divanlar yerleştirdiler. Divanlara yağmur değdi, rüzgar çırptı. Ama beklenilen olmadı. Biz bir ayı, göğün bir katını, bu köyün semasında kat ettikten sonra güneşin batmaya yeltendiği vakitte efendimle komşu köye doğru süzüldük. Altımızdaki beş çadırlık köy yavaş yavaş gözden kaybolurken köylüler kaybolmadı çünkü gözleri yukarıda, peşimizden koştular. Önlü arkalı ya da yerli göklü komşu köye vardık.

6.

Kuşbakışı gördüğümüz ikinci köydekiler bizi fark etmeden önce bir tarlanın etrafında toplanmışlardı. Biraz dikkat kesilince tarlanın ortasında kendisi yaşlı, hiddeti genç bir adam gördüm. Kendisinden çift bozan akçesi isteyen sipahilere kafa tutuyor, onlar orada yokmuşçasına hayvanlarının boyunduruklarını geçiriyordu. Bazı köylüler çıkacak hengâmenin habercisi olan sürtüşmeleri görünce kalabalığın arasından sıyrılmanın bir yolunu bulurken bazılarıysa daha iyi görebilmek için parmak uçlarına yükseliyordu. Yan köyden peşimizden gelen beş çadırlık ahali de gökteki bizi unuttu, insanların arasına karıştılar. Gitmek isteyen köylünün mü yoksa sipahilerin mi haklı olduğu tartışmasına katıldılar. Tartışma köylünün lehine sonuçlanıp rahat bir nefes alınınca ansızın hep birlikte gökte onlara doğru düşen bir adamın olduğunu hatırladılar-Allah'a şükür- Bizim ilgi görmemiz gerekirken, tarladakileri izlemekten neredeyse gökte olanın biz olduğumuzu unutacaktım. Bakışların göğe yönelmesini fırsat bilen bir grup misafirimiz bize doğru atlarıyla yaklaştı. Efendim gelenleri karşıladı. Düşerken rüzgârın etkisiyle ağızları yırtılacakmış gibi oluyor, atları kulakları sağır eden tonda kişniyor ama bunu pek dert etmeyip sohbetlerine devam ediyorlardı. Ben onlar gidesiye kadar sıkıntıdan patladım. Otumu kemirerek dikkatimi dağıtmaya çalıştım. Söylediklerinden hiçbir şey anlamıyordum. Aslında harfleri tanıyordum ama birleşerek bir kelime olup tek nefeste çıktıklarında benim için her şey flulaşıyordu. Atları sahipleriyle birlikte uğurlayan efendim bir süre arkalarından bakakaldı. Sonra elini cebine attı. Ben ani gelen bu sarsıntıya gardımı almadığım için paçasında ecel terleri dökerken o, kundağa sıkı sıkı sarılıp sandukaya yerleştirilmiş bir bebeğin heykelciğini çat aşağı attı. Sanduka kendisini takip eden köylülerin bakışları altında tarlanın yanında sızım sızım akan nehre düştü ve sürüklenmeye başladı. Köylüler bir ay boyunca sandukayı izlediler. Sabah ilk kalkan köylü elini yüzünü yıkamadan bir değişiklik var mı için sandukayı kontrol etti. Ama seyrini bozmaktan korktuklarından ona hiç dokunmadılar. Burada geçirdiğimiz bir ayın sonuna yaklaşırken bizim için gitme çanlarının çalmasının yakın olduğunu hissediyordum. Öyle de oldu. Göğün altıncı katına ve bu köye de veda ettik.

5.

Gökteki düşüşümüzde beşinci kata ve üçüncü aya eriştiğimizde gözümü başka bir köyde açtım. Zifiri karanlıktı ortalık. Aşağıda sadece tek tük evlerden yükselen ışıklar bir de bizi ilk gördükleri günden beri göz hapsine almış olan köylülerin fener ışıkları vardı. Buradan daha ileri gitmeyeceğimizi anlayınca sırtlarındaki çadırları indirip kurdular. Bakmayın göz hapsi filan dediğime onlar bizim ilk göz ağrımız canım. Peşimizde sürüklediğimiz ilk göz ağrılarımızla birlikte geldiğimiz köyün yerleşik ahalisi çadırlarıyla gelen misafirlerine mi şaşırsınlar, bulutların arasından bir görünüp bir kaybolarak düşen adama mı ? Misafirlerinden hangi köylerde dolaştığımızı, aşağı neler fırlattığımızla ilgili sabıkamızı öğrenmeleri bize alışmalarını kolaylaştırdı. Kadınlar dokuma tezgahlarına, sıradaki motiflerine döndüler. Sadece geceleyin çocuklar evin dışındaki tuvaletlerine yalnız başlarına gidemez oldular. Üçüncü köydeki hayat da olağan seyrine girmişken bu kez bizim misafirlerimiz geldi. Sıcak bir yaz gecesiydi. Kutupyıldızının arkasından, bir kazın önce kuyruğu göründü. Sonra üstünde ona sıkı sıkı tutunmuş olan sahibini yanımıza kadar getirip indirdi. Kazdan inen adam efendime bir kayın ağacı fidesi armağan etti. Efendimle konuşmalarına kulak kabarttım ama yine bir şey anlamadım. Uyumak iyi bir fikir gibi göründü ve koyunları saymaya başladım. Uyandığımda misafirlerimiz gitmişti. Aşağı baktığımda da kadınların kilimi bitirdiklerini gördüm. Kafamı tekrar yukarı kaldırırken gözlerimin önünden bir şey hızlıca aşağı düşüyordu. Efendim ben aşağıyı incelerken bu kez bir buzağı ve buzağının varlığından zerre hoşlanmadığı yüzünden okunan bir adamın heykelciklerini fırlatmış aşağı. Yukarıdan bir heykelciğin atılacağı bilgisine sahip olan ilk göz ağrılarımız, onu elden ele dolaştırararak kendi aralarında konuşmaya başladılar. Bir fikirde uzlaşıp, dokuma tezgahlarının önünde meraklı gözlerle olanları anlamaya çalışan köylülere açıklama yaptılar. Tezgah tezgah dolaştı bir ay boyunca buzağıyla, can gelse buzağıyı bir çırpıda tuzla buz ediverecekmiş gibi duran adamın heykeli. Adam buzağının akibeti ne oldu bilmiyoruz. Bir ayımız doldu, dokuma tezgahlarıyla vedalaştık.

7.

Düşe düşe yedi kat göğü, yedi ayda, yedi köyde kat ettik. Yere çok yaklaştığımız son katta kendimizi tekrar ilk göz ağrılarımızın düğün yaptığı köyde bulduk. Yere o kadar yaklaşmıştık ki, paçada sallanan bir salyangozu bile görme ihtimalleri vardı. Yani, ben öyle olmasını umuyordum. Kabuğumu kaldırıp indirerek selamladım onları. Bizimle birlikte pek uzun bir yolculuk yaptılar. Ve tekrar köylerine döndükleri için hayli şaşkındılar. Yüzyıllardır göçebe yaşayan halk bunun bir işaret olduğuna kanaat getirdi ve beş çadırlarının kazıklarını yere daha sağlam çakıp, gelecek nesillerini burada yetiştirmeye karar verdiler. O sırada serilen divanlara epey hareketli bir gölge düştü. Gölgemiz tarlanın tekine dikilmiş, kolları rüzgârdan koparcasına sallanan bir korkuluğa benziyordu. Evet, düşüşü tam yedi ay sonra bitti efendimin, ayağını yere bastı ve toplananlara hikâyesini anlatmaya başladı.